Here Comes the Sun

Malumunuz bugün seneyi deviriyoruz. Herkesin yeni yıla dair iyi dilekleri, yeni yılda yapılacaklar listesi, yeni kararlar silsilesi hazır ve nazır. Ne demişler güneş giren eve doktor girmezmiş. Hüzün kraliçem Nina Simone da bu sefer "Here Comes the Sun" diyor, umutla.
Huzurlu bir yıl ola, sağlıcakla!

Arkeoloji Müzesi'ni özlemek



 Oruç Aruoba der ya hani: "Özlediğin, gidip göremediğindir; ama, gidip görmek istediğin." Arkeoloji Müzesi'ni özledim ben de, belki de en çok da huzurlu bahçesini. Bu aralar o huzura çok ihtiyacım var. Bir kaç aydır uğramıyordum, bu hafta sonu artık kendisini ziyaret etmek farz oldu.


Yeni de bir sergi var Müze-i Hümayun'da. Karia Bölgesi'nin gülü İasos antik kentinden gelen taş eserler sergisi. Gelen dedim ama tarih de vereyim 1878 yılında bu eserler geliyor. Tabii müzede sergilenmek için değil, Bebek semtindeki vapur iskelesinin yapımında kullanılmak üzere! Sağolsun Osman Hamdi Bey onları fark ediyor ve müzede korumaya alıyor. İşte bu eserlerin konservasyon çalışmaları bitti ve müze bahçesinde temiz bir halde görücüye çıktı. Sergi bu ayın ilk haftalarında başladı.



"Gezgin Taşlar: İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ndeki Iasos Mermerleri" isimli bu sergideki eserleri görmek, bahçesinin arkeolog kedileriyle tanışmak, müze salonlarını gezmek ve ziyaret sonrası bahçede kahve keyfi yapmak hayallerimi süslüyor. Hayal bu ya, çok yakında...

Veda




Söz bitti, her ses kifayetsiz. 
18 yıllık biricik dostumu, yanak yanağa, gözleri gözlerimde yolcu ettim.
Hoşçakal Charlie Chaplin, seni çok ama çok özleyeceğim.

Karaköy'de balık ekmek yemek

Bugün canım bu manzaraya karşı balık ekmek yemek istedi, neredeyse gitmeyeli ay olmuş, fotoğrafın klasöründen bunu tarihlendirdim. Manzaraya karşı balık yemenin tadı başkadır burada, kah hamsi, kah istavrit, kah Norveç uskumrusu. Kediler ayaklarınızın ucunda, martılar kıyıda, melamin tabaklar masada...

Bir Köpeğin Hayatı

Günlerdir, bizim evin direği Charlie Chaplin hasta. Serumlar, iğneler, ilaçlar, iştahsızlık, bulantı, halsizlik, karaciğer, safra kesesi gibi kelimeler kara bulutların üstüne oturmuş tepemizde dolanıyor. Bugün işe gelmeden kendisini pek sevdiği (!) veteriner hekimlerin kucağına bıraktım, işten çıktıktan sonra onu biraz daha iyi bulmanın umuduyla nasıl uçarak yolları teptim, beni bilenler halimi tahmin eder. Daha iyi görünüyordu, bu umut kırıntısı sayesinde nasıl ketumluğumdan çıktım, nasıl içim yeşerdi anlatamam. Biz iyi olacağız, daha beraber yaşayacağımız günlerimiz, daha çok göz damlası düellolarımız, karşılıklı inatlaşmalarımız, yatak ele geçirme savaşlarımız olacak!



Dün yine uykusuz bir gece yaşadık, Charlie ile tuvalete kalktık, durduk. Gelelim diğer Charlie Chaplin'e...  İşte bu kalkışlarımızın birinde "A Dog's Life" geldi aklıma, hemen oturdum izledim.



Charlie Chaplin'in 1918 yapımı 35 dakikalık bu filmindeki köpek Scrabs, yıllar boyu panomu güzelleştirmişti.
Köpek Scrabs, Charlie Chaplin, yaylılar, siyah beyazın keyifli sessizliği için bir izleyin derim.

Brezilya'dan İstanbul'a


Geçenlerde yolda yürürken dinlemek için yeni bir playlist hazırladım. Yol yapanlar beni daha iyi anlar, yollar aynı dahi olsa, size farklı müziklerin eşlik etmesi insanı daha bir keyiflendirir. Yaptığım playlistte Brezilya dolaylarından Bossa nova müziğinin sevdiğim müzisyenleri de vardı. Haliyle sözleri Portekizce olan şarkıların bir tanesinde "İstanbul" kelimesi geçince pek heyecanlandım. :) Emin olmak için eve gelip sözlerine baktığımda, yanılmadığımı anladım. Sözünü ettiğim şarkı: Aquarela. Bossa nova'nın mihenk taşlarından Toquinho ve Vinicius de Moraes'ın şarkısı.

Moraes'in hayal gücüyle kağıt üzerine yaptığı imgelerden oluşan sözler, dingin müzikle biraraya gelince ferahlatıcı bir şarkı oluşturmuş. Bu masal gibi şarkının işte bir yerinde İstanbul'dan bahsediyor, küçük mürekkep damlasının kağıda düşmesinden oluşan martı, gökyüzünde dolaşmaya başlıyor, dünyayı geziyor, Hawai, Pekin derken yolu düşüyor İstanbul'a.  

Aquarela (Watercolor) yatmadan önce pek güzel uyku eşlikçisi oluyor, ısrarla tavsiye ederim, iyi yolculuklar.


La fille sur le pont

La fille sur le pont (Köprüdeki Kız) filmini ve filmin müziklerini pek severim. Marianne Faithfull'un "Who will take my dreams away" şarkısı bir numaramsa, iki numaram da Tindersticks'in "Another night in" şarkısıdır. Filmi bilenler bilir, bilmeyenler için çok spoiler vermeden Daniel Auteuil'un yürüdüğü köprünün Galata Köprüsü olduğunu söylemek isterim.

Aydın Erel'in notlarından İstanbul

Günün koşturmacası içinde Birhan Keskin'in Penguen 2 şiirindeki gibi "Dürtme içimdeki narı üstümde beyaz gömlek var" sinyalleri verirsiniz. Ama gece olunca ağırlaşır duygular. Hele de o yastığa kafayı koydunuz mu, gün içinde ötelediğiniz duygular boy sırasına dizilmiş bir biçimde karşınıza çıkar. Son günlerde benim sırabaşım Aydın Erel, benim eşsiz dayım, yegane babam. Gittiğinden beri neredeyse her gece aklıma tekrar yazıyorum konuştuklarımızı, yaşadıklarımızı. Benim için meçhule giden bir tren kalktı bu gardan, tam da bugün 2 ay oldu.

Dayım, ben bildim bileli öteye beriye bir şeyler karalardı, son zamanlarda yazdıklarını biliyordum ama eskilerinden bihaberdim. Bunlar takriben 70'li yılların ortalarına tarihlenen, ayrıntıları, sokakları, Şehr-i İstanbul'u, tarihi ve yaşamı seven bir adamın notlarından buraya düşenler. 

"Bugün günlerden Cumartesi. Epeydir uğramadığım Beyoğlu'nda bir tur attık arkadaşla. Ağa Camii'nin önünden, Dünya - Fitaş pasajına girip çıkarak, Saray Pastanesi'nin burma baklavalarını vitrin gerisinden - içeride eski günlerin havası yoktu - seyredip, daldık bir sinemaya.

Emek sinemasına giden yol ağzında, o elindeki halkaya üfleyip, havaya balonlar savuran "ajan" sanlısı yoktu artık. Karıncaezmez Şevki de görünmüyordu sarı - kırmızı reklam panolarının önünde. Sinemadan çıkınca pasaja uğrayıp, birer bira yuvarladık midye tavayla. Ben mi, sahi ben de doçent oldum bu arada.."



"Üsküdar her zaman usludur ama bugün azıcık kanı kaynıyor gibi geldi bana. Yaşıyor, mutlu mutlu gülümsüyor, iskelesine yanaşan vapurları kollarını açıp kucaklıyormuş gibi."
Ortaköy Camii'nin hemen yanındaki kahvede "Kasım Baba"nın az önce getirdiği birayı yudumluyorum. Yıllardır burada garsonluk yapıp, fırsat buldukça  müşterilerini kazıklamaktan kendini alamayan ak saçlı, dinç, masadan masaya koşturan bu adamın ismini yan masadan öğrendim. Biri şarkıcı, diğer ikisi de yaptıkları çalgı taklidi ve tuttukları ritmden anladığım kadarıyla orgçu ve baterist olan genç müzisyenler bunlar. Boğaz kıyısında hem biralarını içiyor hem de repertuarlarına kattıkları yeni şarkıların provasını yapıyorlar. Çevre masalara aldırdıkları yok, zaten kimseler de şikayetçi değil bu bedava konserden. Giderken teşekkür etmeli onlara.

Tek başıma oturduğum masayı bir bardak çay için işgal etmenin ayıp olacağını düşündüğümden ve içimi ısıtan güneşin hararetini söndürebilmek için bira ısmarladım. Aslında çayı da iyi olur bu kahvenin. Her gemi geçişinde kıyıya kadar uzanan dalgalar duvara çarpıp kırıldıktan sonra serin bir duş yaptırır kenarda oturanlara. Hele o büyük Rus gemileri geçince çoğunu geriye kaçırtacak kadar büyük dalgalar oluşur."

Beyoğlu'nun renkli şapkaları

İstiklal Caddesi'ndeki ARTER Çağdaş Sanat Galerisinde açılan "İkinci Sergi" geçtiğimiz hafta ziyarete açıldı. Ben henüz tüm sergiyi gezemedim ama yakın zamanda yapacağım sergi turumun içinde yer alacak.
Fotoğraftaki şapkalar, sergi ziyaretine gelenler kadar caddeden geçenlerinden de ilgisini çekiyor.
Vitrinde arz-ı endam eden şapkalar, sanki 1914 - 1920 yıllarında bu binada varolan şapkacıya saygı duruşunda bulunuyor.


İstanbul'da Tarih ve Yıkım

İstanbul'un hayal-et yapıları, bir zamanlar yıkılmasaydı yerlerinde olacaktı, biz de yanlarından geçecek, içlerinde dolaşacaktık. Ülkede yakmak - yıkmak her zaman moda! Daha pazar günü yaşanılanlar hepimiz için her dem taze. Ben bugün size bir projeden bahsedeceğim, Hayal-et Yapılar aylardır süren bir proje.


İTÜ Mimarlık Fakültesi'den Prof. Dr. Turgut Saner danışmanlığında, mimarlar Cem Kozar ve Işıl Ünal'ın çalışmalarıyla gerekleştirilen proje, insanlarda yıkıma karşı bir duyarlılık oluşturmayı hedefliyor.
 

Proje, "Seçilen 12 yapı günümüze kadar gelseydi kent nasıl etkilenirdi?" sorusuyla başlıyor. Altı çizilmesi gereken sonuç ise: "Kentlerde yıkım her zaman gerçekleşen ve kaçınılmaz bir şey, ama yıkılanı unutmak kente yapılan en büyük ihanettir."

"Hayal-et Yapılar" projesinde, M.S. 430'da II. Thedosius tarafından yapılan Antiochos (Adalet) Sarayı, 6. yüzyılın ilk çeyreğinde yapılan Pollyeuktos Kilisesi, günümüzde parçalarına hala rastlanan Galata Surları, Fatih'te 1956'da yol yapımı nedeniyle yıkılan Çandarlı Hamamı, Sarayburnu'nda alt yapısı hala bulunan İncirli Köşk, yine yol genişletme çabalarından dolayı yıkılan Direklerarası, hiçbir kalıntısı bulunmayan Sadabad Sarayı, 1930'larda Taksim Gezi Parkı için yıkılan Taksim Topçu Kışlası, II. Mahmud zamanında yapılan Eski Çırağan Sarayı, 1934’te yanan Darülfünun, Yeşilköy'de bulunan Ayastefanos Anıtı ve 1980 sonrasında yıkılan Squibb İlaç Fabrikası bulunuyor.

Projenin sergisini  Taksim Cumhuriyet (Maksem) Müzesi'nde 29 Kasım-23 Aralık tarihleri arasında ziyaret edebilirsiniz. Benim tavsiyem ise yukarıda adı geçen yapıların yerlerindeki yerleştirmeleri gezmek, projenin sitesinden bir plan çıkartıp, bunu kolaylıkla yapabilirsiniz. Ben şu ana kadar 4 yapının yerleştirmesini ziyaret edebildim. Şu ana kadar benim için en etkileyicisi her gün önünden geçtiğim Taksim Gezi Parkı'nın yerinde olan Taksim Topçu Kışlası'ydı. Bugün, yarın burada detaylı anlatmaya çalışacağım.

Son olarak söylemek istediğim şey, Tarih ve Yıkım / Hayalet Yapılar projesinin hedefi kesinlikle kaybolan İstanbul'a dair bir nostalji üretmek değil, tersine proje bugün ile ilgileniyor, çünkü bu yıkımlar bugün de devam ediyor, her an, yanıbaşımızda!