At The Same Time

Bu sabah yollarda Fado dinledim içli içli. Hani yağmur da vardı, hani bir duygusal oldum ya, bastım ruhuma Portekiz'i. :)
Yol bitmeye yakın Hindi Zahra'ya döndüm. Geçenlerde tam da onun sesinden uyandığım bir sabah yazmıştım kendisini, Beautiful Tango diyordu... Albümün en sevdiğim şarkılarından bir diğeri At the same time.
Ofise geldiğimden beri dinliyorum huzurla. Şöyle başlıyor aynı zamanda:

"Here comes the time
For my heart to heal the past
From now and then
There will be the good and the best
Oh when your eyes and mine
Can see the same
Our love could last
Should i follow you?"

Lila Downs

Yine bir pazar sabahı, yine ben müziklere dalmışım. Lila Downs'un geçen yıl İstanbul'daki konserine gitmiştim. Yalnız sinemaya gitmeyi, sergileri - müzeleri gezmeyi çok seven bendeniz bile yalnız konserleri dinlemeyi sevmiyorum. Hele de konser kapalı bir mekandaysa... Lila Downs'un konseri de Cemal Reşit Rey Konser Salonu'ndaydı. Çevremde konserine gidecek kadar seven olmayınca yalnız gitmiştim.

"Konser olsun, yanında olayım" diye müziğini sevmediği halde bunca zaman çok eşim dostum benimle konserlere iştirak etti. O kadar geriliyorum ki anlatamam, sanki zorla getirmişim ya da sahnedeki benim yaptığım müzik... Kısacası türlü kramplar çekiyorum bu zamanlarda. Son 2-3 yıldır kramp filan çekmiyorum, yalnız gidiyorum eğer  o sanatçıyı seven eşim dostum yoksa. :)

 Lila Downs konserinde de  böyle olmuştu. CRR'in sıkıcı havası o gün de yeteri kadar hakimdi. Bir Lila Downs konseri o salonda olmamalıydı, hatta salonda olmamalıydı. Kadın, yerinde duramıyor, türlü aksesuarlarla tiyatral bir bir şov sunuyor, dans ediyor, seyirciyle harika bir bağ kuruyor. Seyirci de, CRR'in batan koltuklarında bir senfoni orkestrası dinler gibi onu dinliyor. Bir süre sonra böyle olmadı tabii. :) Bacaklar oturarak ritm tutmaktan sıkıldı, oturduğum sıradakiler de en az benim kadar dans etmeyi seviyordu ki, konserin yarısı artık ayaktaydı. Bu bile mutluluk vericiydi, sadece tek adım atabildiğim dans pistimde (!) kendimce müziğe tepkimi verip, keyiflenmiştim. Lila Downs'un da en az bizim kadar keyiflendiğine şüphem yok, kendisinin "şarkıların ruhlarını okumalısınız" sözünden öte, karşısında birbiri ardına şarkılarının ruhuna ayaklanan seyircileri görünce kim keyiflenmez ki?

Lila Downs'u, tam manasında Frida (2002) filminin müziklerinden tanıdım. Öncesinde bir kaç kez dinlemiştim ama oradaki şarkıları kadar beni peşinden sürüklememişti. Frida filminden, o muhteşem tangonun yapıldığı sahne. Şarkıyı seslendiren Lila Downs...


Sabah Lila Downs'u dinlerken sitesine baktım, konserlerine vs. Birde ne göreyim, Lila Ablam dün doğduğum adada, Yavruvatan'da açıkhava'da konser vermiş, orada olmayı istemedim dersem yalan olur. :) İşte bu haberi okuyunca geçen yıl verdiği konser geldi aklıma ve güne böyle giriş yapmış oldum.

2007 yılında şöyle tanımladığım bu harika sesli kadını dinleyin kıssadan hisse. Müzikli pazarlar...

"1968 doğumlu, minnesota üniversitesi'nde ses ve antropoloji eğitimi almış, oktav yelpazesi, gırtlağının yanı sıra şarkıları yorumlarken dramatik yeteniğini de konuşturan bir müzisyen; tutkulu bir kadın lila downs. zapotek, maya ve aztek yerlilerini araştırıyor, onların ezgilerini şarkılarına taşıyor, yani orta amerika uygarlıklarının arkaik izleriyle bu renkli coğrafyaya kendi ses ve yorumunu ekleyerek başka başka yolculuklara çıkarıyor. kah acıdan yakıyor, kah tekilayla sarhoş ediyor... "

Rebab - Rebap

Yaylı sazların atası sayılan Rebab, Türkiye, İran, Arabistan, Kuzey Afrika, Afganistan, Pakistan, Hindistan gibi ülkelerde çeşitli  biçimleri olan bir çalgı.

Bütün Yakın Doğu ve Akdeniz’e eski İran Musikisi’nden  yayılmış olduğu görüşü hakim. Rebab kelimesinin aslı Türkçe değil, Arapça'dan geliyor. Araplar yayla çalınan bütün çalgılarına "rebab" demişler, Türklerse daha çok kendilerine yabancı olan çalgılara "rebab" adını vermiş.


Günümüzde Rebab olarak tanıdığımız çalgı, gerek doğu gerek batı kaynaklarında "ıklığ" olarak geçiyor. Arap rebabı Avrupa'ya geçince "rebek" adında bir çalgıya dönüşmüş. Daha sonra da bu çalgı söylendiğine göre kemana uzanan bir evrim sürecine girmiş.

Rebab'ın Batı Avrupa'ya gelmesi, İspanya'nın Emeviler tarafından işgaline rastlıyor. Yine de 9. yy'da Doğu Avrupa'da yaylı çalgıların varlığına dair kanıtlar var. Halihazırda, rebab Mevlevi ayinlerinin değişmez çalgılarından birisi.

Rebab, canlıların çıkardığı seslere yakın tona sahip olmasıyla kabul görse de oktavın biraz üzerinde ses mesafesine sahip olması nedeniyle Arap dünyasında yerini kemençe ve kemana bırakmış.

Genellikle yayla çalınan ve kabak kemaneye benzeyen rebab, genellikle 3 telli. Hindistan cevizi tekne, teknenin üzerinde gerilmiş deri, tellerin geçtiği bir eşik, uzun bir sap ve bulgulardan oluşur, birde dize veya yere koymak için demirden bir ayağı vardır. Dikdörtgen, yuvarlak, armut şekilli, beyzi(kayığa benzer gövdeli), yarım küre, tambur, açık tekneli rebab olmak üzere 7 değişik şekilde rebab görülüyor.

Bir proje için araştırdığım Rebab, sesiyle de beni çok etkilemişti. Araştırırken, Türkiye'nin tanınan rebabilerinden (rebab icra eden müzisyen)  Mehmet Refik Kaya'nın Kalan Müzik'ten çıkan Ruhnüvaz (Ruha Dokunmak) albümünü çokça dinledim. İşte oradan ruhunuza dokunmanız için bir eser, buyrun buradan dinleyin.

Green Grass: Yeşil mi Yeşil Çimenler

Sabah bu son projenin son detaylarını düzeltmek için erkenden uyandım. Son günlerde, yine yeniden katlanma gücüm test ediliyor gibi.  Bir takım görevliler gelmiş yine bana "Sabrınınıza bir bakıp gideceğiz" diyor sanki.

Neyse ki, yine kendilerini eli boş göndereceğim, bu sefer de asayiş berkemal. Bilmiyorlar ki, ruhumu gören gözlerimle, duyan kulaklarımla besliyorum, bu blogumdan haberleri bile yok. Bilseler boşuna sabır testi için uğraşmazlardı benimle. :) He heyt diyorum kendilerine, bir uzayın gidin diyorum, kara bulut kostümlü düdüklere.

Ne diyorduk, ruhumuzu şenlendirelim diyorduk. Tom Waits abimiz ne güzel de yazmış Green Grass'ı, Cibelle kızımız da ne güzel yorumlamış. Bu şarkı hayatıma gireli 3-4 yıl olmuştur, tevellütü ne kadar eski açar bakarsınız, zamanım yok, şu an benim bibliyografya satırlarına dalmam gerekiyor. Yeşil mi yeşil günler dinler, çimenlerin üzerinde saadetli hayaller kurmanızı temenni ederim.


Saray Avlusu Köpekleri

Bab-ı Hümayun'dan Topkapı Sarayı'na girince dış avlu (I. Avlu) ve çınarlar karşımıza çıkar. Solda Aya İrini ve sağda muhteşem manzaraya karşı köpeklerin keyfi, her gidişimde beni kıskandırmıştır.

Bazısını uyur, bazısı ecnebi turistlerin azıklarından kendine düşen olacak mı diye onların peşinden koşar, bazısı da avluya kıçını dönüp deniz manzarasının keyfini çıkartır.

Geçtiğimiz cumartesi gittiğimde iki küçümen ile tanıştık. Belli ki kardeşler, sadece 3-4 aylıklar. İşte biri uykucu, biri oyuncu Saray avlusu kardeşler.


Ruhun Yaylılarla Doyması

Bir Kariye bir de Aya İrini İstanbul'un en sevdiğim kiliseleridir, hele de Aya İrini'de konser dinlemenin keyfi paha piçilemez. Dün gece İKSV Müzik Festivali kapsamında Aya İrini'de konserdeydik. Ne kadar konser programından dolayı ikinci bölüm beni heyecanlandırmasa da, ilk bölüm harikaydı.


Bilkent Senfoni Orkestrası ve kemanda Nicola Benedetti vardı. Konser, orkestranın Mikhail Glinka'nın Ruslan ve Ludmilla Uvertürü'nü çalmasıyla başladı.  İkinci bölüm için Tchaikovsky'nin Re Majör Keman Konçertosu, Op. 35'i çalmak üzere, kırmızı saten elbisesiyle solist Nicola Benedetti geldi. O nasıl bir enerjidir, o nasıl bir sevimliliktir anlatamam. 1987 doğumlu Benedetti, bu genç yaşına rağmen bir çok ödül almış. Sanatını icra ettiği keman, 300 yıllık, Jonathan Moulds'un izniyle 1712 yılı yapımı bir Earl Spencer Stradivarius. Altta, aynı kırmızı elbisesiyle başka bir konserden fotoğrafında gördüğünüz gibi pek de güzel  hanımkızımız.


Tchaikovsky'nin ardından çokça alkışlanan Benedetti'yi sonunda bis için ikna ettik. Biraz düşündükten sonra Bach'dan Partita in D minor, Sarabande çalınca nasıl mutlu oldum yanımdaki seyirciler şahitimdir.
Bis'in ardından ara oldu ve aradan sonra Nikolai Rimsky-Korsakov'un Şehrazat Senfonik Süiti, Op. 35'i başladı. Zaten eseri sevmem, hele de keman sololar, Tchaikovsky ve Bach üzerine hiç olmadı. Bir ara Aya İrini'nin içinde yaşayan güvercinler de bu düşüncemi destekledi. Konsere sesleriyle gölge düşürmeye çalışsa da, kazasız bir şekilde konser sonlandı.

Geceleri Sultanahmet etrafı pek güzel olur, sokaklarda dolaşmanızı, aralarda, teraslarda, Turing'in restore ettiği butik otellerin bahçelerinde bir şey içip keyifle rahatlamanızı tavsiye ederim.

Sultanahmet Hipodrom'da Uyuyan Güzel

Sultanahmet Meydanı'nda, Hipodrom'un en merak uyandıran eseri Obelisk'in önündeydi. Ziyaretçi keşmekeşinin içinde ne güzel de uyuyordu evladım. Fotoğrafını usulca çektim, kulağına "kemikli rüyalar" diye fısıldadım.

Müzik, Yaraları Sarmalar

Gececil duygularla Nocturnelere sığınmak, Frederic Chopin'in Si bemol minor, Opus 9, No: 1 bestesini defalarca dinlemek. Üst üste yaşanan ölümlerden, arkada kalanların hayatlarının tozunu almak.

Sıradaki, sana söylüyorum: Biraz ağır ol, her yanım bir şeyler taşımaktan ağrıyor.  
Zaten başka da dayım kalmadı.
İki müziksever dayımın anısına...



Çırağan'ın Köpeklerinden Lusi

Kendisi Çırağan'ın, Asariye Caddesi'nin bir tanesidir. Beş -altı aylıktan itibaren bizimle. Kasabın gözdesi, kemik delisi. Her sabah işe giderken bir tur sevişiriz kendisiyle. "Daha sev beni" diye pati atmayı da öğrendikten sonra pek daha tatlı oldu kızımız. Kızımız diyorum, mahalle esnafının taktığı Lusi ismine hala alışamadım.

Geçen gün severken, köpek dişlerinden (komik bir tabir oldu) birinin ucunu kırdığını gördüm. Bu kırık, kasaptan götürdüğü koca kemiklerin eseri diye düşüyorum.

Bu arada Lusikız, pek  paylaşımcıdır. Kasabın verdiği kemiklerden, daha önce yazdığım Anne Köpek Sera'ya da getirmeyi ihmal etmez. Bunu neredeyse her sabah yapar. İşte, dostluk nedir, buyrun ondan öğrenin.

Mahallemizin güzeli Lusi, herkesin sevgilisi. O gözler yok mu, o bakışlar, o oyuncu vücut hareketleri. Kendisini çok seviyor ve eve giderken onunla oynamayı şimdiden iple çekiyorum.




Tepemden Çatallar Yağıyor

Geçen Cuma günü çektiğim, bir tente fotoğrafı.  Dakikalardır fotoğrafa bakıyorum. İç sıkıntısının resmi... Yürümek dahi içimdeki kemirgenleri kış kışlamadı.

Rüzgar sallıyor beni.

Yapraklar Sarılır, Fasulyeler Ayıklanır

 Geçen gün Müge blogunda (bu arada takip edin, çok keyifli yazıyor) fasulye ayıklaması üzerine güzelleme yaparken ona seslenecektim, lakin günün keyifsizliği unutturmuş. Bugün yaşadıklarım hemen yazacaklarımı hatırlattı ve buradan kendisine seslenmek istedim.

Fasulye ayıklaması, o plastik kaplar arası geçiş, kılçıkların alınması, yanların çıtlatılması. Müge diyor ki:

"Ben fasulye ayıklayan insandan korkmam, kendim de fasulye ayıklarken hayatta hiçbir şeyde bulamadığım huzuru bulurum. Küçükken ananem o koca mutfakta fasulye ayıklarken onun dibinde oturup da artık o zamanlar her ne yapıyorsam yaptığım vakitlerin geçip de büyüyüp sevdiklerine yemek pişiren bir kadın olduğumu en çok fasulye ayıklarken hissederim."

Anaerkil ailenin 4. kuşak büyüyen bir kızı olarak; en sevdiğim, en bilgece hissettiğim anlar mutfaktaydı. Koskoca mutfak ve o mutfağın kocaman sediri... Kah sedirde uyur, kah sedirden Boğaz'a bakar, kah titiz annemin hışmından kaçıp ninemin  iznine sığınıp yaprak sarardım. Ege kökenli ailem, bağcılıktan anlar, bu yüzden de yapraklar itinayla seçilirdi.

Atmosferin zeytinyağı koktuğunu düşünün. Her yer yeşil yeşil yapraklar, pirinçler... Bayılırdım. Bir klanı doyuracak kadar yaprak sarılırdı, neredeyse her aile için bir tencere! Bayram önceleri çifte şenlikle yapılan bu rituel çocukluğumun en güzel, en huzurlu, en kadın hikayesiydi. Özellikle de yarı çiğ (içi hafif kavrulmuş olur) yenilen sarmalara bayılırdım. Kaşla göz arası, sardıklarımı çok kez de mideye götürürdüm.

Büyüdüm.  Dostlarıma, evdekilere  sarma sarmak tam da Müge'nin dediği gibi "sevdiklerine yemek pişiren bir kadın olduğumu" hissettiren yegane şey. Boynuz da kulağı geçmiş hani, kimse yetişemiyor hızıma, bu da kıvancın katmerlisi.

Takriben bir saat önce bir zeytinyağı kokusu geldi burnuma, odamdan çıktım. Baktım annem, yaptığı biber dolmalarına fazlaca iç yapmış. Çıkardığı yaprakların üç beşini sarmış; sessiz sessiz. Çok gönül koydum, oturdum yapraklarla oynamaya. Aslında annem fazlaca işim olduğundan kıyamamış. Bilir ki, duramam yaprak gördüm mü... Kalan iç, yapraklara sarıldı tarafımca. Yıkansa bile geçmeyen, parmaklarda kalan zeytinyağ kokusu, yine pek güzel geldi burnuma.

Sözüm sana Müge, bir gün seninle fasulye ve sarma günü mü yapsak, ne yapsak? Huzurla, kahkahayla...

Sıradakinin Ölümü

Oysa nasıl da umutlu bir sabahtı...
Bundan bir süre öncesine değin, beraber mesai tükettiğimiz  iş arkadaşımın ölüm haberiyle durdu dünya. Ofiste, onu tanıyanların nefesleriyle yarattığı bir ağırlık hakim. Bu ağırlığa payıma düşeni ben de ekliyorum sanırım. Birbirimizden gözlerimizi kaçıyoruz, herkes monitörüne bakıyor.
Ölüm. Sıradakinin Ölümü...

1963 yılının 3 Haziran günü, tam da bugün Nazım Hikmet de ebedi yolculuğuna çıkıyor. Tam da dediği gibi:

"O, ne önde
ne arkada
sırada
sıramızdaydı..."

Martı Kardeş'in Hikayesi

Sabahlar hep böyle olsa, böyle umut dolu haberler alsam. Bir dostum, geçenlerde Sarıyer sahilinde bir martıyla karşılaşmış; kanadı kırık ve yaralı. Dostum, eşi ve etraftan koşan bir gençle veterinere götürmüşler. Veteriner yardımcı olamamış ama bir başka veteriner hekim arkadaşları Avcılar'a İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi'ne yönlendirmiş. Dostum almış martıyı götürmüş. Şöyle diyor anlatırken:

"Küçük bir oda büyüklüğünde kafeslerde (veya kafes şeklinde odalarda diyelim) değişik değişik kuşlar. Bir odada kocaman baykuşlar, başka birinde kartallar, atmacalar, başka birinde kocaman bir pelikan, bir başkasında leylekler, bir diğerinde yaralı-uçamayan martılar. Hepsine baktık, hepsini sevmek istedik ama mümkün değil, hepsi yırtıcı kuş nihayetinde.  Bıraktık bizim martıyı. İyileşmeyecekse de, hiç olmazsa acı çekmeden uyuturlar diye düşünmüştük, uçamayacak olsa bile türdeşleriyle birlikte beslenerek yaşayacak en azından. Hatta daha sonra konuştuk, daha iyi duruma geliyormuş, uçabilme ihtimali bile varmış."

Çok şanlıyım ki böyle dostlarım var!
Martı kardeş, umarım uçarsın. Tüm kanatlı uygarlıklara selam olsun.

Şiirin Arkeoloğu

Sanırım 7-8 yıl oldu onun ilk şiirini okuyalı hangisiydi anımsamıyorum. Ondan sonra tüm yazdıklarını takip etmeye başladım. O, Birhan Keskin. Çok şiir sevmem, tıpkı onun dediği gibi ihtiyaç dahilinde okurum, ruhum onun şiirine ihtiyaç duydu mu, zaten tüm sinyallerini verir.

Sabahın erken saatlerinden beri bir proje için çalışıyorum, eski bir defterimin kalan arka sayfalarını kullanmak için açtığımda işte bir şiir çarptı gözüme: Güneş Yıldız

"yol uzun, güzergâh zorlu; ne demeliyim?
zarif kardeşim benim,
seni aldım yanıma, ikizimi almış yürüyor gibiyim.

sana yıldız sana güneş mi demeliyim,
günümde hayret gecemde hayret istedim
yer yer senin gibiyim ben yer yer kendim.

insan olan yerlerim çok ağrıyor,
olsun, yine de sen kapanma, bu sıra benim,
yerine bırak ben incineyim."

Sene 2005 ya da 2006, şirket o zaman Çağlayan'da. Kitabı bizim siteden almışım, yürüyorum o gün eve, kitap yanımda ve merakla okumak istiyorum. Sanırım henüz Şişli'ye gelmiştim, hemen etrafta kitabı okuyacak yer bulmaya çalıştım. Bir yere girdim, bir kahve söyledim ve Ba kitabı aktı. Tıpkı şairin su /şelale metaforunda olduğu gibi...

"Dilimde yarım bir hece gibi kalan babamın güzel hatırası için"diyordu ithaf kısmında. İthaf dahi, onun insan olan yerlerinin en kıymetli göstergesiydi. Defalarca şiirlerini okudum ve her defasında farklı anlamlara adım attım.

Biliyorum, dünya bu hızla dönerken, Birhan Keskin şiirine hep ihtiyacım olacak, beyaz giydiğim günlere inat içimdeki narı hep dürtecek...