Hey, burada birileri var mı?


Kulağımda Laura Marling 'in sesi, ne zamandır uğramadığım emektar blogumdayım. En son yazdığımdan beri de neredeyse 20 ay geçmiş. Bu sürede biraz Almanca öğrendim, sınavlara girdim, biraz spor yaptım, biraz hafifledim, atıl durumdaki İngilizcemi yeşerttim. Sonra Frankfurt'u sevdim, sokaklarını arşınladım, müzelerinde nefes aldım. Fotoğraflar çektim, son zamanlarda da en çok yemek fotoğrafları, yediklerimi kaydettiğim kemiklerimbiraziridir adında bir Instagram hesabı açtım. O hesap sayesinde harika insanlarla tanıştım, tanışmaya da devam ediyorum. Arada uzun uzun yazmalarımı özlüyorum, okuduğum kitabı yazmak, gördüğüm bir duvardaki çatlağı anlatmak istiyorum ama sonra geçiyor. Geçmeyince yine gelir yazarım olur mu?

Main nehri kenarında baharı bekleyen gençler

Duvarda asılı umutlar

Sonbahar güzeli

3 Yıl Aradan Sonra: Merhaba

"Merhaba"nın Farsça anlamını ilk öğrendiğimde çok etkilemişti: "Benden size zarar gelmez"
Bu satırları okuyan ey dost, merhaba!

Takriben 3 yıl önce yazdıktan sonra niye yazmadın demezler mi, derler tabii (Ben hep dedim.) Geçen gün sosyal medya hesaplarımdan paylaştığım gibi, blog yazmayı, aslında yazmayı öyle özlemişim ki. İstanbul'da ara ara yoklayan bu duygu kaostan, ofis hayatından uzaktan olduğum, yeni şeyler keşfettiğim şu günlerde iyiden iyiye depreşti.

Eskiler bilir, İstanbul daha İstanbul, sinema salonlarımız hala bildiğimiz yerinde, tiyatro sahnelerimiz daha çokken epey yazardım. Sonra İstanbul değişti, tam Wordpress'e dönüştüreyim derken dijital dünya sosyal medyaya kaydı ve blog yazmak külfet geldi. Hoş bunda "esnek" çalışma şartlarımız da etkiliydi ama elbet yazılabilirdi. Yazacaktım ama yeni bir platform mu derken, sizin de yorumlarınızı da arkama alarak, eskiler iyidir dedim ve İstanbul Gezentisi'nin tozunu almaya geldim...

Az önce düşündüm de, ne çok şey olmuş geçen bu yıllarda. Birini yazsam, diğeri eksik kalır... İş değiştirdim, sektörün başka cephesinde, başka başka şeyler öğrendim. Bildiklerimi unuttum, unuttuklarımı yeniden öğrendim. Çok yoğun, hayatımın belki de mesleki anlamda duygu durumu en kaotik olduğu devri kapadım. Hayatıma harika insanlar girdi, dostlarım & kardeşlerim çoğaldı. Ne mutlu, pek çok mutlu...

Bu süre zarfında daha az okuyabilsem de, gönlümü titreten muhteşem öyküler, romanlar okudum. Eh, idare edenleri unuttum gitti bile... Filmler izledim, izleyemedim. Hele geçen yıl festivale doğru düzgün gidemedim. Yıllık izninden bile kullanıp 40-50 filmi izleyen ben bile, Beyoğlu'ndan, sinema salonlarından ürken biri olmuştum, iş yaşantısı da bu ürkekliği belki de zamansızlıkla kamçıladı. Sergiler gezdim, gezemedim. (Çatalhöyük hala aklımdasın!)

Yeni yerler gördüm, yeni ülkeler keşfettim. Daha uzak coğrafyaları da görme arzusuyla doldum, taştım. Hepimiz gibi arada sağlığımı kaybettin, sonra tekrar buldum. Çok üzüldüm, çok çok sevindim. Ağladım, güldüm ve geçti günler. Ağaçlar tomurcuklandı, yapraklar yeşillendi, yapraklar döküldü ve yine geçti günler... Vedalar ettim: en güzeli de sigaraya!



Şimdilerde ise, yol arkadaşımla yeni bir ülkede yaşamımızı devam ettiriyoruz. Yeni ülkeye adapte olmak, yeni bir dil, yeni bir düzen derken gün öyle dolu dolu geçiyor ki, her gün yepyeni şeyler öğreniyorum. Ah bir de sevdiklerine hasret olmasa...

Ben buraya geleli 3 hafta olmuş, dün akşam hesapladım da, kabaca 260 km. yürümüşüm. Dün 2 kişinin yol sorması ondan herhalde. Kıssadan hisse, hep dediğim gibi yürümeye övgüler yetmez: Yalnızsan kendini, yalnız değilsen yanındakini, yenisiysen de şehri/ülkeyi tanırsın.

Yürüyünüz!

Kıskanıyorum!

Yazının başlığı neden böyle ben de tam bilemiyorum, sanırım ben yazarken hep beraber öğreneceğiz. Dün gece bir ecnebi sanat sitesinde Sophie'nin fotoğraflarını, kurguladığı projeyi gördüm.


Bu tip projelerin bizim ülkemizde pek olamaması gibi durumlar sonucunda, hislerim beğenme, etkilenme, imrenme ve üstüne kıskançlık duyguları arasında raks etti. Geçenlerde bir arkadaşımla kıskançlık üzerine konuşurken, "Aaa ama senin kıskançlık damarların alınmış galiba" dediği cümle aklıma geldi de.. Evet, ben de kıskanıyormuşum! Sevgili, arkadaş, ebeveyn vs. değil, benim kıskançlığım şehirleri, ülkeleri, yeşili, ağacı, antik kenti, müzeyi kapsıyor. Bu kıskançlık, hani benim topraklarımda niye böyle değil, niye benim yaşadığım kültürde değeri beş para etmez kültür, sanat, insanlık diye. Kıskançlığımı bir kenara bırakayım da, Sophie'ye döneyim.


Sophie, Paris'te çalışan Fransız bir fotoğrafçı. 2010 yılından bu yana, enteresan durumlar yaratmak için Paris sokaklarına hayvan portreleri yapıştırarak, vahşi doğayı sokağa taşıyor. Fil, baykuş, karga, zürafa, panter gibi hayvanları Paris duvarlarında görenler yaşam ve sanat arasında şaşkınlıkla gidip geliyor olmalı. Aslında Sophie temel bir soru soruyor: Bizim toplumumuzda hayvanların yeri nedir? Projenin videosunu da izlemenizi de tavsiye ederim.


Hayvanlar, artık pek insanların "inşa ettiği" şehirlere geri gelmez ama biz en azından onların yok ola ola yaşamaya çalıştığı alanlara da tecavüz etmesek ve dünyada yaşayan tek canlının Homo sapiens sapiens olmadığının farkına varsak...

4 Ekim Hayvanları Koruma Günü'ne de sayılı günler kala, üstüne de aynı günün malum bayram da olmasıyla tüm Homo sapiens sapiens ailesine iyi dilekler, farkındalık ve akıl fikir diliyorum.


Filmekimi 2014 Tavsiyeleri

Filmekimi 2014 programı belli oldu. Yine bu yıl, merakla beklenen filmleri ilk kez izleme şansına kavuşuyoruz. Benim Filmekimi 2014 kaçırılmayacak 10 film listemde şeklini aldı, zaman mefhumunu hiçe sayarak kısaca yazıyorum. Dileyen filmlerin ismine bir tıkla Filmekimi sitesine koşabilir.


  1. Boyhood (Konusu, çekim aşamalarıyla yılın en beklenen filmi.)
  2. White God (Cannes - Belirli Bir Bakış ödüllü, ismiyle ve metaforlarıyla merak uyandırıcı.)
  3. Whiplash (Sundance'da ödülü kapan, pek sevdiğim J.K. Simmons'ın harikalar yarattığı söylenen film.)
  4. Leviathan (Bir Andrey Zvyagintsev filmi, filmim ödüllerini saymıyorum bile..)
  5. Mr. Turner (Yönetmen Mike Leigh, İngiliz ressamı Turner'ı da Timothy Spal canlandırıyor.)
  6. Two Days, One Night (Yönetmeni Dardenne Kardeşler’i severiz.)
  7. A Pigeon Sat on a Branch Reflecting on Existence (Biri absürd mü dedi? Roy Andersson filmi var da izlenmez mi?)
  8. Turist (İsveç sinemasına vurgunsam...)
  9. Jimmy's Hall (Ken Loach bakış açısını severim, hele de içinde dans varsa daha da tutkulu olacağa benzer.)
  10. The Drop (James Gandolfini’nin anısına saygıyla..)


Festivali kaçırırsanız çok üzülmeyin, yıldızlı filmlerin çoğu genelde olduğu gibi vizyon bulacak. Ve evet listemde Dolan'ın filmi Mommy yok :)

Sonbahara Güzelleme

Bildim bileli sonbahar benim mevsimim olmuştur. Okul zilinin çalmasını heyecanla beklemiş küçük kız çocuğuna da bu yakışır zaten. Okulların açılmasının yanı sıra, özlenen okul arkadaşlarıyla tekrar buluşmak, sezonu açacak tiyatrolardan annemin alacağı biletleri beklemek, e tabii mandalinaların da sebze & meyve halinde yerini bulacak olmasının da bu sevinçte payları büyüktü...


Mevsim yine oldu sonbahar, yine içimde o yaşlar kadar olmasa da umutlu sevinç tohumları. Tamam, bunun İtalya tatilinden (İtalya'yı ayrıca yazacağım) yeni dönmemin de etkisi olabilir ama yaprakların bile renginden belli işte sonbaharın güzelliği...

Herkesin mevsimi kendine tabii ama benim sonbaharım; kültür-sanat sezonunun açılması, trekking / kamp rotaları, yeni göreceğim memleketler, Filmekimi filmleri, Bach günleri, okumayı bekleyen kitaplar, yazmak istediğim İstanbul gezentisi yazılarıyla dolu olacak gibi. (Tamam son maddede pek başarılı değilim...)

Uyanışın, hesaplaşmanın, hüznün, yaratıcılığın, başlangıca gebe sonların mevsimine güzellemeler yetmez elbet ama son olarak şiirin de mevsimi sonbahar derim ve sözü sevdiğim şairlere bırakırım.

"...Ben hangi kelimeye açsam ağzımı
Ben hangi kelimeyi nereye koysam
Bir sonbahar konaklar sesimde."

Birhan Keskin


"...Bir sonbahar, bir sabah ve bir yağmur olacak
Toprak ve insan kokularıyla,
Uğultulu bir sarhoşluk içinde, yıllar için
Başımı alıp gideceğim."

Turgut Uyar

Hepsi bu...

Datça, ne güzeldir şimdi...

"Bazen rüzgarın saçımı dağıtmasına, yağmurun yüzümü ıslatmasına, birilerinin kalbimi kırmasına izin veririm. Sonra; saçımı toplarım, şemsiyemi açarım, kalbimi kapatırım. Hepsi bu."  Can Yücel

Bir Hişt Sesi Gelmedi mi Fena...

 Sevdiğim adamlar, şu hayatta en çok sevdiğim yazarları ve dostlarımı kıskandı. Oysa bilselerdi onlar olmasa ben olmazdım... 

Sait Faik ve Burgazada, blogdaki birkaç yazımı okuyanların bile anlayabileceği gibi kıymetlimdir. 7-8 yaşlarında tanıştığım ve hala okurken o yaşlardaki heyecanımı hissettiren büyük bir edebiyatçıdır kendisi, ama aslolan insandır, dürüsttür, önce de kendisine.

En sevdiğim fotoğraflarından biri, müzenin bir odasının duvarında...

Dün 5-6 aylık ayrılıktan sonra yine oradaydım, evine uğradım, ufak da olsa konservasyonuna elimin değdiği, yüreğimin değdiği masasında bir saygı duruşu yaptım, sonra çatı katındakı ayrılan bölümde mektubumu yazdım, bahçesindeki ağaçlardan olgunlaşmış armutlardan yedim, içimden hikayelerini okuyup, ıslık çaldım... Sonra bir "Hişt hişt" duydum;  sonra öteden bir daha, bir o yandan, bir bu yandan hişt hişt... Gökyüzünden, saçlarımdan, ağaçtan, kargadan, begonvilden, taşlar arasından fırlayan ottan. Sonra dedim ki, eve gidince hep beraber okuyalım bu güzel öyküsünü...

Hişt Hişt 

 
"Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak traş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.
Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:
-Hişt,dedi.
Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
-Hişt hişt, dedi.
Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.
Hişt! dedi yine.
Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.
Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi hişt hişt diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:
- Hişt hişt hişt, dedi.
Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.
Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.
Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.
Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.
İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.
Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.
Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.
- Merhaba hemşerim, dedi.
- Ooo! Merhaba! Dedim.
Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!
-Buyur beğim, dedi.
-Bir şey söylemedim, dedim.
Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.
- Hişt hişt, dedim.
Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.
- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.
- İyi değil, dedi.
- Baklayı ne zaman keseceksin?
- Daha ister, dedi.
Nefes alır gibi hişt dedim.
Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.
- Kuşlar olmalı, dedim.
- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.
- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı…
- Yıkattın mı?
- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.
- Çocuklar nasıl? diye sordum.
- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya…
- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!
- Haydi güle güle.
Biraz uzaklaşınca:
- Hişt hişt.
Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.
- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.
- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?
- Sen değil misin hişt hişt diyen?
- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?
Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.
Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!"

Sait Faik Abasıyanık /Alemdağ'da Var Bir Yılan (1954)

İşte o masa! Daha neler neler düşünüp, denize baktı acaba?