Sait Faik Abasıyanık Müzesi

Sait Faik Abasıyanık, Türk öyküsünün ve Burgazada'nın en önemli sembolü. İlk Semaver kitabıyla onu, dayım Aydın Erel'in kitaplığında tanıdım. Ne severdi o da Adalı'yı...

Burgazada'ya gittiğimde, artık bu sefer tadilat çalışmaları bitmiştir diye evine uğradım ama, kapıda müzenin ancak Mayıs 2012 tarihinde açılacağının yazısı vardı. Bilen bilir, Sait Faik Türk edebiyatının kedi seven yazarlarından, ve hala kediler evinin bahçesini mesken edinmiş. Umarım önümüzdeki yıl açılır da, biz de evine misafir oluruz.


"Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki her zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanmıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu." (Sarnıç)

Sait Faik Abasıyanık'ın Evi - Burgazada
Pek sevdiği kediler, evin her yerinde
Evin küçümen bekçisi
Müzeyi ziyaret için daha çok var.

Sansarak Kanyonu'nda 30 Kişiydiler

Dün Podosg (Pozitif Doğa Sporları Grubu) olarak İznik'in Sansarak Köyü'ne bağlı Sansarak Kanyonu'ndaydık. Yıllardır bilumum trekking faaliyetine katılmış biri olarak söyleyebilirim ki, dünkü yürüyüşüm kesinlikle en keyifli ilk iki yürüyüşümden biriydi.

Bilen bilir, kanyonlarda ekip ruhu çok daha iyi ortaya çıkar, iletişim daha kuvvetli, yardımlaşma en üst seviyelerdedir. Ama maalesef bunu her yürüyüşte yaşayamazsınız.  Dün beraber yürüdüğüm ekibin enerjisi yüksek olunca, bu rotanın tadından yenmedi kısacası. Parkur zorlamış, yüzüğünü parmağında unutup anılarıyla Sansarak sularına vermişsin, saatlerce dönüş yolunda kalmışsın, hiç koymaz adama. Yüzünde arkaik heykel sanatında olan, alık - naif bir gülümseme olur adeta. İşte ben tam böyle bir gülümseyle bitirdim rotayı, tıpkı dün gibi, bugün de o gülümseme yüzümden düşmedi.

Sabah 11:00 sularında Gürmüzlü Köyü'nden girdiğimiz patikayla yola başladık. Bir süre sonra dere yavaş yavaş karşımıza çıktı ve belimize kadar girmemizle yola devam ettik. Badi badi taşları yoklaya yoklaya kilometrelerce yol aldık. Karşımıza kanyonda bizim gibi yürüyen insanlar çıktı. Münzevi mesih görünümlü Abi, Havva ve beni epey şaşırtt, sonrasında karşımıza çıkan terlikli güruh ile de iyice koptuk. Taşlardan sekerken biri çubuk kraker ikram ederken, diğeri ciklet ikram etti. Yürüyüşün interaktif komik enstantenelerinden biriydi.



Düşe kalka, atlaya kaya, gömüle yüze 14 kilometre yaptık. Araca döndüğümüzde takriben 9 saat yollardaydık.

Ortalarda ekibin sonlarındaydım, yürüyüşlerde yolun belli kısmında arkada kalmayı seviyorum, sessizlik dinginlik, doğanın sesini duyumsamak için bu şart oluyor. Breton'un Yürüme Övgü kitabında da dediği gibi: "Bir manzaranın güzelliğiyle birleşen sessizlik insanı kendine götüren bir yoldur."

 Tüm rotayı, atladığım zıpladığım taşları anlatacak değilim elbet burada. Toplamda neredeyse 20 saat beraber olduğumuz ekibi anlatsam; Havva'nın gözlerindeki içtenliğini ve yoldaşlığını mı, Gül'ün suya girdiğindeki mutluğunu mu, Sibel'in şen kahkahasını mı, Mustafa'nın çılgın esprileri ve dostluğunu mu, İbrahim'in abiliğini mi, Uyuyamayanlar Kulübü üyeleri İlksen ve Deniz ile kikirdeşmelerimizi ve çorba hayallerimizi mi, Bilgin'in Kommagene anıları yaşarak anlatışını mı, Serap'ın sigara ve kahve sevdasını mı, Murat'ın canı gönülden yardımlarını mı, Prometheus gibi bize ateşi çalan İsmail'i mi, Leyla'nın sevgi dolu bakışlarını mı, Şaban Abi'nin deklanşör sesine duyarlılığını mı, Ayfer ile muhabbetlerimizi mi, Osman'ın Laz telefon konuşma örneklerini mi, Fatih'in dönüş yolundaki kehanetlerini mi, Turgut Abi'nin müziğini mi, rehberimiz Muhi'nin önderliğini mi, hangisini anlatsam bilemiyorum işte.


Kıssadan hisse bildiğim şu ki, serin sulara girmenin, yeşile doymanın, yusufçukları izlemenin, kurbağa larvalarının hareketlerinden doğan telaşı yaşamanın neşesi bir sonraki kanyona kadar sanırım bana yetecek. Haftaya yine kanyon var, o zaman "Bekle beni Kazandere, sana geliyorum!" diyorum.

Yalnız Adamlara...

Üst üste iki dayımı kaybetmenin ağırlığını, dilimde bu şarkıyla bugün yine tüm hücrelerimde hissettim.
Huzurla uyusunlar...

"..kimsesiz, zavallı
dedirtmez kendine
ağlayıp sızlamaz
dertleşmez kimseyle

yalnız adam
tek başına..."

Un Compromiso

La noche de los girasoles filmini 3 yıl önce izlemiştim -bir yerlerde bulursanız izleyin- filmde belirli yerlerde yumuşak sesli bir erkek, içinde promiso geçen bir şarkı söylüyordu. Film bittikten sonra Google'dan kazıyarak buldum: şarkıyı seslendiren Antonio Machin, şarkı da Un Compromiso.

Sonrasında Kübalı Machin'in izini sürdüm, albümlerini indirdim, yollarda dinledim. Bu sabah da uzun süredir dinlemediğimi farkedip, sabah sabah sesinde huzura erdim, eh siz de dinleyin istedim. Huzurla...

Geçmiş Zaman Olur ki Hayali Cihana Değer!

Bir zamanlar İstanbul serisinden bir fotoğraf daha. Fotoğraftaki mevkiiyi tanımlayan bina, şu anda da yerinde duruyor. Ama çevre ve çehre fotoğraftakinden çok farklı, arasında 7.000 fark bulunur. Bakalım burayı tanıyabilecek misiniz?


Burgazada Sakinleri III

Burgazada'nın sakinlerine devam... Hepsi sıcaktan bayılmış, siestanın tadını çıkarıyordu.







To The Sea

Bu Jack Johnson'ı tanıdım tanıyalı sevmişimdir; hem müzisyen, hem sportmen, hem doğa sevdalısı ve hem de  tenha!

Şimdi kendisi bugün sıcaktan bayılanlar, ofislerinde klima altında deniz hayalleri kuranlar için söylüyor: To The Sea


Burgazada Sakinleri II

Burgazada'ya ayak bastığım an, bu güzeller güzeli karşıladı beni. Fotoğraflarında görüldüğü gibi, çılgın bir oyuncu kendisi, yirim!


Burgazada Sakinleri I

Ta ta ta tam! Yeni bir seriyle karşınızdayım: Burgazada Sakinleri
Anlayacağınız, İstanbul'un hayvanlarını adalarda da takip etmeye devam ediyorum. Serinin ilki dişi bir kedi. Kendisi Ergün Pastanesi'nin biraz ötesindeki yokuşun orta yerinde yaşıyor. Ben adını uykulara doyamayan kadın koydum. Bu kadınlar, benim etrafımda öyle çok ki. :)

Bekle Beni Geliyorum!

Sabahının sessizliğini, denizinin berraklığını, havasının nemsizliğini, öğlenlerinin süt mısırını, gecelerinin huzurunu, ılık ılık rüzgarını özlediğim Palamutbükü, az kaldı sana geliyorum. Sayılı gün çabuk geçer...

Erken Kaybedenler

Bilenbilir, sıkı bir Behzat Ç. sevdalısıyım. Behzat Amirim, Pazar akşamlarını ve Ankara’yı bile sevdirdi bana, o derece. Lakin konumuz Behzat Ç. değil, yazarı Emrah Serbes’in Erken Kaybedenler öykü kitabı. Aylardır kelam edesim vardı, hatta bir yere de not etmiştim ama şimdiymiş zamanı.

Emrah Bey kardeşim,  “Romanlarımı çalışarak, bu kitabı ise ruhumla yazdım” diyor. Okura da bu öyle geçiyor ki, okuduktan sonraki bu 4-5 ay içersinde kime okuttuysam benimle aynı düşüncede. Arada dönüp dönüp okuyacağım bir öykü kitabım daha oldu ya, çok yaşa çok yaz: Emrah Serbes!

Cemil Meriç'ten "Acılar hatıralaşınca güzelleşir." alıntısıyla başlar sekiz öykülük “sır”larla bezeli Emrah Serbes güzellemesi. Sanırım kendisiyle aynı yaşlarda olduğumuzdan, öyküleri okurken öyle tanıdık cümleler, öyle tanıdık duygular yaşadım ki, bu da iyi bir yazar okumaktan öte bana sinemasal bir dünya yaşattı.

Ben kız çocuğuyken de erkek çocukların dünyasına hiç yabancı olmadım. Benden 3 yaş büyük bir ağbimin olması, onun erkek arkadaşları ve mızmız kız çocuklardan çok erkek çocuklarla arkadaşlık etmeyi sevdiğimden dolayı hep onların dünyasındaydım.

Evde anneannemin annesinin -ninemin- diktiği toplarla basketbol oynamak, ev futbolunda kaleciliğimin ününün tüm komşular tarafından bilinmesi(!), ilk aşkımın Red kit olması, plastik kovboylar ve kızılderili oyuncaklarla hayallere dalmanın keyfini büyüdükçe daha çok yaşadım diyebilirim.

Kitaptaki gibi, plastik kamyon – kova ikilemi gibi seçim yapma zorunlulukları, anneannenin 3 aylık zamanları ve akabinde faturaların ödenmesi, etrafın 80 sonrası zararlı kitaplar saçmalığı, mahalle ağbileri, komşuların kızları - oğulları, unutmanın ağırlığı, babasızlığın ketumluğu ve daha niceleri hep yaşadığım ayrıntılar...

Bu sekiz öyküden, ilki “Hayatta kalma sanatını çok iyi bilen” 84 yaşındaki anneanne ve torunun hikayesi: Anneannemin Son Ölümü, kitabın ortalarındaki Denizin Çağrısı ve son öyküsü olan Kimi Sevsem Çıkmazı dönüp dönüp okuduklarım. Öykülerden fazla ipucu vermek istemiyorum ama birkaç alıntı eklemezsem inanın eksik kalırdı... Alın ve hemen oturup okuyun derim, bakalım sizin dönüp dönüp okuduklarınız hangileri olacak?

Erken Kaybedenler... Yoldan çıkmış bir neslin manifestosu...

Denizin Çağrısı'dan:

"Unutmanın acısı ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkûm olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anların sıkıntısından bahsediyorum. O kişinin parça parça silinip, alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. Belki de neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder."


Anneannemin Son Ölümü'nden:

 "Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve bir milyon sene sonra bir milyon insan arasında da görsen, ha işte o dersin.”

“Münakaşa edemeyecek kadar kırılmıştı kalbim.”

Sing The Truth

Sing The Truth: 2008 yılında 15. İstanbul Caz Festivali'nde İstanbul'da da birincisi yapılan dünya çapında bir proje. O konserde Dee Dee Bridgewater, Stacey Kent, Raul Midon ve Sibel Köse, Nina Simone şarkıları şöylemişti. Yer: Sepetçiler Kasrı, tepede martılar...

Aslında projenin hikayesi 2004- 2005 yıllarına değin gidiyor ve hatta yukarıda ismi geçen benim asi hüzün kraliçem Nina Simone'nin ölümünden sonra şekilleniyor. Farklı müzikal renkleri, insan haklarını, kadın olmanın güçlüklerini seslendiren bir proje bir bakıma da.

Bu yıl 18. İstanbul Caz Festivali programı açıklandığında sanırım beni en çok heyecanlandıran konser, şimdi bahsedeceğim bu projenin ikinci ayağıydı.  Sahnede sesleriyle Angelique Kidjo, Dianne Reeves ve Lizz Wright'in olacağını okuyunca heyecanlanmamak elde değildi. Miriam Makeba, Abbey Lincoln ve Odetta, Tracy Chapman ve Aretha Franklin şarkılarının izinde Afro-Amerikan kadın vokal kültürünü yaşatacaklardı.


12 Temmuz akşamı Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'nda gerçekleşen bu üç harika kadının konserini kaçıranlar için gerçekten üzgünüm. Bu konserin iyi videolarını bulamadım lakin, bu proje turnede olduğundan burada söyledikleri şarkıların bir kısmını başka ülkelerdeki konserlerinden bularak bu yazıda az da olsa yaşatmaya çalışacağım bakalım. :)

Girişte tıpkı  Montreal 'de olduğu gibi Hey Soul Sister ile başlayan konser, doğaçlamaların ardından Lizz Wright'in solosuyla devam etti.



Sonrasında harika bir diğer kadın Dianne Reeves. Bence onun içinde Aretna ve Nina saklı, bir o kadar da onlar kadar eğlenceli bir kadın. Lakin kimse eğlence konusunda sanırım Angelique Kidjo'nun eline su dökemez. O nasıl bir enerjidir, bitirim atom karınca! Sahnede dans ederken o nasıl bir enerji fışkırmasıdır. Afrika topraklarından Benin'den çıkan Angelique tüm seyircileri dans ettirmekle kalmadı, kalktı aramıza gelip bizlerle dans etti, kodaman amcaları bile yerlerinden kaldırdı.

Konserdeyken şunu düşündüm: Bu üç muhteşem ve doğal kadınla dans etmek, eğlenmek, şarkı söylemek ne keyifli olurdu. İnanın bir ara sahnede onlarla dans ettiğimi dahi düşündüm, tıpkı bizim kızlarla dans ettiğimiz gibi...

Dianne Reeves aldı mikrofonu eline, Endangered Species'i söyledi ya.
Harbiye Açık Hava Tiyatrosu'da benden başka tüyleri diken diken olan ben yüzlerce kişiyi hissettim.

"...I am a woman I exist
I shake my fist but not my hips
My skin is dark my body is strong
I sign of rebirth no victim's song"

Bu üç harika kadın konser sırasında kendi hayatlarını anlattı bize. Hatta kendi hayatlarından sonra başka kadınların hayatlarından söz etti, başka kadınların hayatlarına da "kalpten" dokundu!
Tam da bu kadın hikayelerinden bahserken, tüm konser beklediğim Nina Simone'nun muhteşem şarkısı Four Women seslendirilmese de, buyrun aynı projenin başka bir ayağından bir video. Sözleri merak ediyorsanız, buraya yazmışım çok daha önce.


Şimdi final zamanı Mama Africa! Angelique Kidjo işte İstanbul'u tıpkı bu videoda olduğu gibi dans ettirip Mamma Africa'yı hep bir ağızdan söyletti.

Konserde de tıpkı dediği gibi: "Music is an impressive language, Music has no colour, has no boundaries, has no nationality..."

Müzik, etkileyici bir dildir, rengi yoktur, sınırları yoktur, milliyeti yoktur!

Köpekle yaşamayı özledim!

Hayatımın 18 yılını bir köpekle yaşayınca bu özlem  daha da katmerleniyor sanırım. Köpekle hayatımı paylaşmayı özledim. Yetmiyor sokaklardakiler, bir köpeğin gözünde kaybolmak istiyorum. Bu aşk sevgiliden de öte...

Doğançay

Bu pazar takriben 2 aydır hamlaşan vücudumu dize getirdim ve kanyona girdim. Sakarya nehrinin bir parçası olan Doğançay'daydık. Doğançay bir kanyon, yani akarsuyun vadiyi deldiği ve en nihayetinde kapalı bir oyuk haline getirdiği bir oluşum. Bu zamanlar tam da kanyon, dere zamanları... Malum, açık alanda bu sıcaklarda yürünmüyor. Yani tüm gün yürümek akıl işi değil. Biz de sulak yerlere iniyoruz. Kanyonlar da, hem gölgesi, hem suyu, hem de adrenalin coşkusuyla bence yazın günübirlik yapılacak en keyifli sporlardan biri.

Doğançay'a üçüncü kez gittim. Her gidişimde kasabadaki tren istasyonu dikkatimi çeker, tarihi bir yapı, etrafındaki demiryolu binalarıyla da unutulmuş bir hali var. Nedense hep bana Fried Green Tomatoes (Kızarmış Yeşil Domatesler) filmindeki son kareleri anımsatır. O kasaba kadar olmasa da, metruk, hüzünlü bir hali vardır. Hala Oruç Aruoba'nın kaleminden çıkan Doğançay'ın Çınarları'nda dediği gibi: "Hiçbir tren uğramıyordu Doğançay’a artık; çınarlarsa, tam—yaz başı—doluluklarındaydılar—herşey anlamına uygundu, yani..." 
Bakkaldan son alışverişlerimizi yapmak üzere 5 dakika uğradığımız kasabada, çınarlar kollarını açmış karşıladı bizleri. Ne de severim çınarları, çocukluk arkadaşlarım, yaprak oyuncaklarım, kollarımla sarmaladığım dostlarım.



Bu sefer rotamız farklıydı, yolun bir kısmını karadan, sonraki büyük kısmını da Doğançay içinden bata çıka yürüyecektik. Sabah, 11:00'e doğru Maksudiye köyünden bastık toprağa, toplamda 29 kişiydik. Bir kısmıyla  defalarca yürümüştüm, bazılarıyla da ilk kez yürüyecektim. Engebeli arazide, kah tırmanarak, kah inişlerde popo üstü kayarak Doğançay'ın sesine doğru ilerledik. Yalnız yürürken içime çektiğim ıhlamur kokularını burada nasıl tarif ederim size bilemiyorum, hayaldi sanki, çok güzel bir hayal. Makedon bir filmde büyükannenin dediği gibi şu dünyadaki en güzel üç kokudan biri bence de ıhlamur ağacı!


Artık Doğançay'ın sesi çok yakınımızdaydı, atladık taşlara. Bazılarımız dayanamayıp minik gölete kendini bırakıverdi. Su öyle heybetli hatta öyle vakur bir ses çıkarıyordu ki. Bir ara sussak da sesini dinlesek keşke diye içimden geçirdim ama 29 kişi aynı anda yürürken böyle lüksleriniz olmuyor tabii. :) Derenin şelalelerine ilerlerken rehberimiz Muhi'nin yolun kapandığını ve bundan sonrasının zorlu bir parkur olduğunu, kaskları olanların ya da kendine güvenenlerin ancak ilerleyebileceğini söylemesiyle, ekibin bir çoğunu orada bıraktık, onlar mola verirken bizler çantalarımızı onlara emanet edip şelaleye çıktık.

Bence kanyonun en keyifli parkuruydu, zordu, epey suluydu ama en bir heyecanlısıydı. Yol arkadaşlarımdan Emine'nin dediği gibi o oyuktan kafamızdan aşağı kükreyen suyla çıkmak ürkütse de, iniş kaydırak hesabı pek bir eğlenceliydi. Şelaleye vardık, gölete daldık. Soğuğun vücudumda anında yaptığı etki, hareket etmek gerektiğini söylüyordu. Evet, biraz su soğuktu ama biz delibozuk çocuklar kulaç atıp kahkaha atıyorduk. Derenin en son şelalesine devam etmedik, yol iyice kötüleşiyordu. Lakin keçi lakaplı meraklı Mehmet pek tabii kendisi sonuna kadar gitti. Bizler, geride bıraktığımız arkadaşlarımızın yanına dönüp, öğlen kumanyamızla yorgunluğun tadını çıkardık.


Artık işin şakası yoktu, derenin sonuna kadar kayan taşlar, yer yer göletler, su içinde iceberg tadında kayalarla bata çıka, düşe kalka ilerledik. Kadim dostum Serap'ın ilk kez bizimle yürüdüğü bu yolculukta ağrıyan kaslarının yanı sıra yüzündeki yorgunlukla karışık olsa da neşesi takdire şayandı.

Açık arazide yürümekten farklıdır kanyon yürüyüşleri, ekip daha çok kaynaşır. Herkes birbirine el verir, yardımlaşma üst seviyelerdedir, kahkaha eşliğinde düşmeler nefasettir. Bilenbilir nehirleri, dereleri pek severim. Şans eseri bir adada doğsam da, bu akan gürüldeyen coğrafi oluşumlar beni kendine çeker, hani arada sakinliğiyle de uykuya dalarlar ya. Hemen aklıma tam da şuracıkta Birhan Keskin şiiri aklıma düştü bak.

Nehir Manzarası

Bırak sökük kalsın rüzgâr, bu zırdeli düşün içinde
gerçeğin ne anlamı var.
Biz bu zırdeli düşün içinde kavrulmuş kurumuş iki fıstık gibi
Yatalım uyuyalım uyanalım kalkalım
Değil mi ki, bir yere kilitlenmiş
Bir küçük iyiliktir aşk,
Değil mi ki, billurdan bir yalan dünya
Bırak ersin o tamama
Gel bak tepeden bir nehir manzarası
göstereceğim sana.

Neyse efenim, şiiri de paylaştık lafı uzatmayalım. Zaten mesai yakın, giyinip işe gitme vakti pek daha yakın. Demem o ki, yürüdüğüm ekiple kendi adıma pek bir keyifli, pek bir pozitif (grubumuzun adından apardım hemen) bir kanyonu yürüdük. İmrendirmek gibi olsun hatta, deneyin derim bir gün sizlerde.

Doğançay'ın çınarları, şelaleleri, ıhlamur kokusu kayıtlara alınırken, kolumu başlı başına çizen diken (Mustafa'nın deyimiyle uzun bir yolum varmış!) hatıra kaldı bu sefer.

Doğayla insanın muhakemesi kadar insanı kendiyle yüzleştiren, tarttıran, dengeleştiren bir şey var mıdır ben bilmiyorum. Kıssadan hisse, yürümeye övgüler yetmezken, derede yürümeye ne kadar kelam etsem yetmez der, bir sonraki yürüyüşe değin huzurlarınızdan çekilirim.

Not: Canoncan'ımı kanyonlara artık götürmüyorum, fotoğraflar rehberimiz Muhi'nin objektifinden.

Kings Of Convenience

Pazartesi kasvetini kulağımda nasıl dağıtabilirim diye düşünürken aklıma Kings of Convenience grubu geldi.  Norveçli grupla çok değil takriben 2 yıl önce filan fazlaca haşır neşir oldum. Yine yılın bu zamanları... Yaşıtlarım tatillere gidip, sevgilileriyle kırlarda koşarken ben Antik Yunanca çalışıyordum. Tam da bu zamanlarda dostum Alpay ile müzik üzerinde laflarken onun tavsiyesiyle grubun keyifli müziklerine dalmış oldum. Elzem ki, zaten bir kaç şarkısı kulağıma çalınmıştı. Buradan kendisine teşekkürü borç bildiğim Alpay sayesinde, tüm albümlerini kah Yunanca kah başka sevimsiz şeyler üzerine çalışırken tekrar tekrar dinledim.

Onların müziğinde, insanın yüzünde sevimli & alık bir ifade yaratan bir tat var bence. Bazı şarkılarında da tenha bir sessizlik... Bu haftanın ilk şarkısı Homesick olsun istedim. Nehir, sakin sakin akıp gitsin...