Kaotik Bulutlar


Gün içinde gözüme görüntüler gelir, bu bir rutindir. Herkes görür mü bilmem ama film şeritleri bende her zaman ziyadesiyle mevcuttur.(Sinema her yerde!)
İşte bu aralar da gözümde bu görüntü var, fotoğrafı geçen ay gezip hayran olduğum Antakya'da çekmiştim. Haleti ruhiyeler yorgun ve kaotik olmaya görsün, bulutlar hep tepemizde olsun...


İstanbul'u sahiplen!

Her yeni gün, İstanbul'u İstanbul yapan nadide şeyler hakkında "garip" haberler duyuyoruz. Ormanlar, Taksim, Emek, AKM, Tarihi yarımada, Haydarpaşa, Port çılgınlıkları, kentleşme hareketleri (!) vs. Son günlerde de Muammer Karaca Tiyatrosu... Statik (!) nedenlerle Beyoğlu'nun son kalan tiyatro sahnesine de elveda deme vakti gelmiş. Yerine hangi şık mağaza, hangi otel olur bilemiyorum, AVM için yeri küçük.

"Büyük şehrin, büyük nüfusun getirdikleri işte" deyip geçmek çok kolay ama durum kesinlikle böyle değil ve bunu hepimiz biliyoruz. Bunu burada uzun uzadıya anlatmak yersiz, AVM, otel, konut, ofis ihtiyaçlarımızı tartışmak başlı başına abest! Kısacası mutluluk fabrikaları (!) sarıyor her yanımızı!

Tam da bunları düşünürken arkadaşım Hakan'ın çizimi geldi aklıma, kendisi de gerçek bir İstanbullu! Hani şehri için düşünen, olumsuzluklar karşısında sesini çıkaran duyarlı birisi. Çizimi işte aşağıda:
Çizim: Hakan Güven
Le Cool'un da kapağı da olan bu çizim şöyle çıkmış: "... TV'de ABD'deki Occupy olaylarıyla ilgili bir haber izledim ve bir anda kafamda bu resim belirdi. İstanbul'da yaşayan herkese İstanbul'u sahiplen! demek istedim."

"İstanbul'u sahipleri belli, biz ne yapabiliriz?" dediğinizi duyar gibiyim. Biz öncelikle bu durumlar hakkında etrafımızdakileri haberdar edebiliriz. Bunu sözle, yazıyla, çizimle, müzikle, sosyal medya sayesinde paylaşımlarımızla yapabiliriz. Buna dair düşüncelerimizi oraya buraya yazabilir, hakkında sergi, konuşma, filmlerin takipçisi olarak bilgilenebiliriz. Ayrıca, imza kampanyaları ve yürüyüşlere katılabilir sesimizi biraz daha çıkarabiliriz. 

Emsalleriyle kıyas kabul etmez bir tarihin üstünde oturduğumuzu bilerek ve bu kültürel varlıklarımızla bizden çok yabancı turistlerin ilgilendiğini bilmek çok üzücü. Şehrinle biraz ilgilen, geçmişin izleri olan sokaklarında dolaş ve İstanbul'u tanı. Aslolan sahiplenmekse, buyur buradan başla... Tanı, bil, sahiplen ve korumak için ses çıkar!


Heybeliada'da Keşif

"Bugün hayatımın en güzel günlerinden birini yaşadım" diye başlamışım bu yazıya ve orada da kalmışım. Sözlerimin yetmeyeceğini anladığım an, fazla da uzatmadan yazıya son vermişim, sanırım birazdan da aynı şey olacak :)

Geçen hafta biriciğim Burgazada'ya ihanet ederek  (Ada vapuru Burgazada'da durunca içim bir hoş olsa da) benden keyifli iki dostumla Heybeliada'ya gittik. Günün sonunda, yüzümüzde keyif gamzeleri "bir keramet varmış ki, yönümüz oraya çevrilmiş" demeden kendimizi alamadık.

Heybeliada Ruhban Okulu koridorları...
Aya Triada Manastırı ve akabinde Heybeliada Ruhban Okulu'na girebilmek, sınıflarını gezebilmek, bahçesinde dolaşmak gezimizin en harika saatleriydi diyebilirim. Yıllardır tadını unuttuğumuz lüferleri, balıkçılardan alıp, onlar gibi balıkçı iskelesinde hatta resmen denizin içinde yiyebilmek de bizler için keyif sarhoşu hallerin ta kendisiydi. Pek tabii, patili ada sakinleri de görüldü, sevildi, hatta iki tanesi vardı ki resmen bizi ada boyunca takip etti. Hulasa, keyifli, mutlu ve keşif dolu bir gün yaşadım. Sözlerime burada noktayı koyarken, Heybeliada semalarından fotoğraflara dalıyorum.

Ona göre!
Kapısının küçük penceresinden çekebildiğim Heybeliada Ruhban Okulu kitaplığı.
Sınıftaki tek düzgün fotoğraf, varın içini siz düşünün...
Heybeliada Aya Triada Manastırı
Aya Triada, bahçedeki çanlar.
Aya Triada, güneş saati
Heybeliada'dan Büyükada...
Keyif zamanları

Monet’nin Bahçesinde Gezerken...

İzlenimciliğin babası Claude Monet'nin eserlerinden bir kısmı şehrimize gelir de biz "Hoşgeldin"e gitmez miyiz? Pek tabii koşarak gittik Sakıp Sabancı Müzesi'ne: Monet’nin Bahçesi'nde  nilüferlere, zambaklara, salkım söğütlere, Japon bahçesine ve ışığın raksına daldık.

Sergi kartonetindeki Monet'in paletinde bir güzel!

(Sergi genelinde fotoğraf çekmek malum yasak, bunun dışındaki fotoğraflar Marmottan Monet Museum'dan alınmıştır.) 
Blogumda yapmayı uygun bulmadığım bir yerlerden copy paste Monet hakkında bilgiler tabii ki okutmayacağım size. Ben öyle yazılar görünce imtinayla kaçıyorum, konu hakkında web üzerinde bilumum didaktik site varken alın teri olmayan blog yazılarını tasvip etmediğimi de bu vesileyle söylemiş oldum ve  rahatladım sanki :)

Sergi hakkında baştan şunu söylemekte yarar var. Monet'in tüm eserlerini görmeyi ummayın. Bu sergi Monet'in geç dönemi eserlerini özellikle de Giverny Bahçesi adıyla anılan Marmottan Monet Müzesi'ndeki eserlerinden oluşuyor.

Monet'in ressamlığı kadar bahçıvanlık konusunda da uzman olduğunu biliyor muydunuz? Ben, kesinlikle bu kadarını bilmiyordum. Önce bahçesini tasarlıyor, ekiyor, biçiyor ve son resmediyor. "Ne hayat ama" dediğinizi duyar gibiyim...

Nilüferler
Bahçe dediysem, salt toprağa ekilen çiçek bahçesini düşünmeyin. Önce çiçek bahçesiyle uğraşıyor ardından da su bahçesiyle. Hani o naif nilüfer resimlerinin esin kaynağı...

Monet'in bir zamanlar  boyalarını karıştırdığı resim paleti (üzerinde boya kalıntılarıyla), kendine has gözlüğü ve piposu da serginin girişinde bizlere "Ben buradayım" diyor adeta.

Beni sergide en etkileyen bölüm salkımsöğütleri resmettiği yaşlılık dönemi eserleriydi. En yakın dostlarını  üst üste kaybetmiş, biricik eşinin ölümüyle iyice yasa boğulmuş, bunlar da yetmezmiş gibi 1. Dünya Savaşı ve ardından oğlunun kaybı derken iyice yalnızlaşmış. Katarakt vb. hastalıklarla kötüye giden Monet'in sağlığı yaşının da ilerlemesiyle resimlere daha da hüzün yerleştirmiş. Renklerdeki kontrastlar, sarı - kahverengi tonları  ve salkım söğütlerin boyunlarının bükmüşlüğü yaşamın acılı tarafını hissettiriyordu.

Salkım söğüt

Güllü Yol
Sergi için söylemeden edemeyeceğim bir şey de, serginin yeri. Sabancı Müzesi'nin bahçesinin güzelliği dillere destanken, muhtemelen sergi için daha da özen gösterilmişken (bahçe havuzlarındaki nilüferlere dikkat) İstanbul'da bu sergi bence başka bir yerde bu kadar güzel sergilenemezdi diye düşünüyorum. Emeği geçen herkesin (özellikle de bahçıvanların) eline sağlık! Sergiye girmeden o bahçeden geçerek başlayan Monet esintisi, sergiden sonra bahçe çıkışına kadar sizin ruhunuzu yeşillendiriyor.

Argenteuil Yakınlarında Yürüyüş
Bu yazıyla sergiyi ne kadar imrendirebildim bilemiyorum ama bahçenin büyüsüne dalmak için 6 Ocak 2013'e kadar zamanınız olduğunu ve zamanın hızla aktığını ben yine de hatırlatayım :)

Uykucular


Sokakları severim, hele insansız olanları daha çok severim. Tatil bu ya, tenha bulduğum sokaklara attım kendimi. Eğer meraklı bir tipseniz, o sokaklarda ne çok ayrıntı görüyorsunuz siz tahmin edin. Pek tabii, sokakların olmazsa olmazı patili dostlarım... Köpeğim Charlie Chaplin'den  emanet hepsi, pek severdi kendi de sokaktaki arkadaşlarını, az kediden de pati yemedi bu sıcak oyunbaz yaklaşımlarıyla. Hala burnumda kokusu, çok özlüyorum, çok...

Öğlen birası da hep uyku yapıyor...

Günler güzel geçiyor, bu tatil hepimize iyi geldi diye umut ediyorum. Hoş, daha dolu dolu iki gün varken, neler yapılmaz ki diye listeler yapılırken, yetmiyor günler, saatler. Saat demişken hadi iyiyiz yine, bugün hepimize 25 saat!

Yastıksız asla uyuyamam!

Şu canım tatil günlerinde şunu farkettim, kendimle başbaşa kalmayı çok özlemişim. Bunu diyorum ama bakmayın, belli olduğu üzere sosyal, dostlarına zaman yaratmaktan gayet mutlu, sevdiği insanları sarmalayan biriyimdir. Ama benim dediğim o değil, hani kendini, yaşamını, hayallerini, kendine verdiğin sözleri, tartıp biçmelerin yaşandığı o anlar vardır ya işte onlar burada ifade etmeye çalıştığım. İnsanın mukavemet edilemez   akıl - fikir hesaplaşması belki de... İyi, gayet iyi.

Kimse dokunmasın bize...

Son günlerde gezdiğim, gördüğüm sergilere, müzelere (bugün de var) başka yazıda yer vermek ümidiyle derken hepimize kendimizi dinlediğimiz daha geniş zamanlar dilerim. Siz bakmayın bu uykuculara...

Bir gün belki...


"Ve belki bir gün buluşacağız, başka yönlerden gelip..."
Yannis Ritsos




Jon and Roy

Sakinlik ve akustik mi dediniz? O zaman Kanadalı Jon and Roy ile tanışın...
Onlar hakkında bilgiye buradan ulaşabilirsiniz.


Oyun oynar mısınız?

Güzel şeyler oluyor, kötü şeyler de. Olanca kötü şeyin arasında, aklımıza mukayyet olmak gün geçtikçe zorlaşıyor, bunu biliyorum. Ama karamsar bakmanın ve peşi sıra yaşamanın da, ne kendimize ne de yaşam bahçemize bir faydası olduğunu da düşünmüyorum. Aslında dipte olmak ne kadar afilli görünse de (evet edebiyata da pek yakışır) en kolayıdır aslında. Kesinlikle ahkam kesmek değil amacım, gayem az önce not defterime düşen düşünce balonlarını buraya da geçirmek.

Ne diyordum, dip diyordum evet... Size çocukluğumdan beri yaptığım, ara ara yapacak takatim hiç kalmasa da yapmak için çaba gösterdiğim küçük oyunumdan bahsedeyim. Bu güzide oyunum hangi ara çıktı çok anımsamıyorum ama iyi ki de çıkmış diyorum, acılar erken katmerlenince oyunbaz mı oluyor insan ne... 
İşte oyunun kuralsız kuralları:

Son gezentiliğimde 71 yaşındaki Malezyalı bir amca ve kızıyla tanıştım, aynı yerde kalmamız dışında sanırım hayata bakışımızın da denk olması sohbetlerimizi koyulaştırdı. Amca'nın beni bugün Facebook üzerinden arkadaş olarak eklemesi ve hala tatlı bir iletişimde olmamız, Kapadokya'da yaptığımız sohbetler ve içtenlikle anlattığı Tai chi felsefesi ve hareketlerinin bana verdiği mutluluğa 10 puan veriyorum misal.

Yollarda köpek - kedi gördüm mü, hele de bakışıp koklaştım mı, iyi olduklarına inandım mı; ver oradan da bir 10 puan!

Festival zamanı mı, peşinen yaz 10 puanı! İzlediğin her iyi filme de çek 2 puan, çarp film sayısına, etti mi sana 20-30 puan!

Yeşil mi gördün, ağaç mı sevdin, dalından mevye mi yedin, yoksa doğada mısın? 10 puan kondu bile başına!

Dostların mı var? Ohoo o, senin sırtın yere gelmez koçum, sev - kolla onları, değerlerini gani gani bil. Al bir tane daha 10 puan!

Kahkaha mı attın, sağlığın yerinde herhangi bir yerinde ürtiker vs çıkmadı mı, cildiyeci amcalar - teyzelere uzak mısın, bademciliklerin bomba olmadı, faranjitin azmadı mı? İşte 20 puan da buna...

Keyiften 4 bin köşe olduğun müzikli, incelikli, renkli bir sohbete mi daldın; oradan da çek bir 10 puan!

Sevdiğin insanlar -canlılar- sağlıklı mı? Hallice mutlular ve elzem sıkıntıları yok mu, 10 puan, ta ta ta tam!

Uzaklardan  kardeşin gelip, senin gözlerine - gönlüne sözleriyle değerler biçip güzellikler mi kattı, tak koluna 10 puanı daha...

Az önce Knut Hamsun ve masalcı Andersen'den "İstanbul'da İki İskandinav Seyyah"ı okurken yolculuğa çıkmanın yaşamak olduğunu bir kez daha anladığında da yine bir 10 puan daha sana...

Bak ne kadar puanın oldu değil mi? Yaz yaz, say say bitmez bu puanlar! Gerisini de koy ver gitsin zaten...



30 Eylül 2012 Ölüm Yasasına Hayır Yürüyüşü

Dün, on binlercemiz patili dostları için yürüdü! Kalabalık ve gençlik umutluydu, umutlandırıcıydı...


Benim görevim de büyüktü, ben iki kişilik yürüdüm. Dostum, rahatsızlığından gelemedi (hoş tutmasak gelecekti de) gelseydi de zaten yürüyemezdi, biliyorum evde içi gitti ama o da kalpten desteklerini kat be kat gönderdi. Onun için de alkış tuttum ve yürüdüm, şahitlerim var görevimi iyi yaptım, işte ödevim olan pankart fotoğrafları da burada.

Son söz: Ölüm Yasasına Hayır!






Safiyane

Bugün, kendime bir söz verdim. Başkalarına verdiğim sözleri tutmada ustayım ama bu konuda kendime güvenemiyorum. En can dostlarımın bana taktığı sıfat olan "insani boyut"um engel olmazsa bu sefer tutacağıma inanmak istiyorum. O zaman sıradaki parça tüm safiyane ruhlara gelsin mi?



Bu pazar Taksim'e gelir misiniz?





Kapadokya'da Yürüme Zamanı


Geçen hafta, tüfler diyarı Güzel Atlar Ülkesi'nde yani Kapadokya'daydım.
Tam da bu saatlerde, o vadi senin bu vadi benim yürüyordum. Şimdi de vadilerden, bozkırdan, üzüm bağlardan zihnimde kalanları kazarken, çektiğim fotoğraflara dalıyorum. Gezmek güzel şey vesselam, yürüyerek gezmek ise en bir güzeli!

Son gündü, bir vadiden çıkıp asfalt yola çıktığımızda Göreme'ye gitmek için otostop çektik, bizi arabasına alan oralı bir beyefendi ne yaptığımızı, nerelere yürüdüğümüzü sorup öğrenince şunları dedi: "Geliyorlar, otobüs camının arkasından buralara bakıp, buraları gördük zannediyorlar, öyle şey olur mu? Siz en iyisini yapmışsınız, ne güzel gezmişsiniz"


Muhtemelen daha önce de dediğim gibi, bir şehri bir mevkiyi en güzel yürüyerek tanır, yaşar, bilirsiniz. Bu gezimizde biz de işte aynen böyle yaptık. Üç kişiydik, kendimize de isimlerimizin ilk hecesinden devşirme bir isim uydurduk, hani tur ismi gibi: ArMeBu! Bu tur, Kasım ayında da Antakya dolaylarında keşfe çıkacak, oralardan ayrıntıları da buraya kesin yazarım. Gelelim notlara...

Ah! O balonda ben de olsaydım!

Perşembe akşamı uçakla Kayseri'ye ulaştık, oradan daha önce kalmak için uygun gördüğümüz Göreme'ye geldik. Eşyaları otele yerleştirme, bir küçük Göreme turu derken uyku vakti gelmişti bile...

Belki bizim gibi oralarda yürümek isteyen birilerine yardımcı olur diye kısaca rotaları da yazıyorum.


1. Gün

Göreme'den 2 - 2,5 km doğuya yürüdüğünüzde Göreme Açık Hava Müzesi'ne ulaşıyorsunuz. Burası bölgenin ilk manastır eğitiminin başladığı yer. Takriben  MS. 4 - 13.yy arasında yaşam alanı olmuş. Kiliseler ve manastırlarla dolu, tarihin ve coğrafyanın adeta köşe kapmaca oynadığı bir yer, oralara giderseniz sakın es geçmeyin. Aziz Basil Kilisesi, Elmalı Kilise, Aziz Barbara Kilisesi, Yılanlı Kilise, Karanlık Kilise, Çarıklı Kilise, Tokalı Kilise, Kızlar ve Erkekler Manastırı orada sizi bekliyor! Göreme Açık Hava Müzesi'nde sanırım 2 saat dolaşabilirsiniz, tabii ki keyif ala ala...

İnce iş, hassas duygular...


Not: Önceden Müze kartınızı alıp cebinize koyun, bir arkadaşımız orada Müze kartı alamk için  takriben 45 dakika sıra bekledi, gayet yavaş bir sistem. Bu bölgede her yerde müze kart geçiyor, normal girişler 15 TL. yani 30 TL. vererek aldığınız kart çok avantajlı!

Vadi yollları bizimdir!
Dünyanın bir çok yerinde yaptığı, uzaydan görünen heykelleriyle tanınan Avusturyalı heykeltıraş Andrew Rogers'in Göreme'de (Karadağ) yaptığı heykelleri müze çıkışında yeralan dürbünlerle bakmayı unutmayın, ayrıntılı fotoğraflar Rogers'in sitesinde.

Müze çevresindeki mekanlarda karnımızı doyurup, enerji topladıktan sonra ilk vadi yürüyüşümüze geçtik. Müzenin solundan dik çıkan yamacı takip ederek takriben 2 km. sonra vadi girişi başlıyor. Yollarda alıçlar, üzümler, elmalar karşıladı bizi, biz de onları sevip, koklayarak bir güzel yedik. Asfalt yoldan vadiye girince, üçümüz de büyülenmiştik. Meskendir Vadisi'nde bizim dışımızda insan yoktu, hava muhteşemdi, güneş yerini vadinin serinliğine bırakmış, yer yer mağaralardan gelen soğuk havayla da güneşten yanan tenlerimize merhem oluyordu.
Vadilerde tüneller...
Çavuşin mezarlığı...
Tüflerin içinden, mağaralardan geçe geçe vadiyi arşınladık. Yine üzümlerle merhabalaştık, tam da böğürtlen bulabilir miyiz derken, onlar da yolumuza çıktı. (Böğürtlene dayanamam!) Bir yanımızda Kızılçukur Vadisi, bir tarafta Güllüdere Vadisi. Apsisli kiliselerden geçtik, kuş evlerine selam ettik derken Çavuşin'e ulaştık. Yolda bizim gibi yürüyen Uzakdoğulu ve Avrupalı turistler de görmedik değil. Tavsiyem, siz vadi yoluna daha erken çıkın ve doyasıya tadın çıkarın ama böğürtlenlerden bana da bırakın ;)

Arzu, vadide en sevdiği tüf ile...

2. Gün

Kahvaltımızı erkenden yapıp, Avanos'a gittik. (Araba kiralamak yerine, yerel toplu taşıma araçlarını tercih edebilirsiniz, otostop çekmek de bir diğer seçenek) Avanos, bağcılığı ve özellikle de ataları Hititler gibi çömlekciliğiyle ün salmış; sevimli bir yer. Eski yerleşim, Kızılırmak'ın kenarında, çömlekçilerde... Avanos'a 1-2 saat zaman yeterli bence, çömlek atölyelerini dolaşıp, eski yerleşim alanlarını dolaşıp, Kızılırmak kenarında çay içip, Avanos köpeklerini sevip, doyurduktan sonra istikametimiz Ürgüp oldu.

Üç güzel!
Ürgüp, fazlaca şehirleşmeden nasibini almış, Türk turistler de genelde burada. Asmalı Konak vb. dizilerinin memleketi olunca, o evler de halkımız tarafından ilgi merkezi olmuş. Cumartesi günü giderseniz, Ürgüp'ün pazarına uğrayın, her şey öyle taze ve renkli ki! Bizim gözümüz döndü resmen, hala aklım kurutulup ipe dizilmiş bamyalarda kaldı, keşke alsaydım!

Mehmet, Zelve'de en tepelerde...

Ürgüp'ün taş mimarisi gerçekten harika ama girişindeki "Üç güzeller" diye adlandırılan Peri bacaları da gerçekten görülmeye değer. Bir sonraki istikametimiz Zelve! Zelve de, bir açık hava müzesi. Kızıllığı, tünelleri ve kiliseleriyle fantastik bir yer. Hristiyan inancının yaşandığı, manastır eğitiminin görüldüğü vadide Üzümlü, Balıklı ve Geyikli kiliseleri mevcut. Güvercinlikler harika! Heyelan tehlikesinden dolayı bazı yerlere çıkamıyorsunuz, işte doğa yapıyor, doğa yıkıyor adeta...

Güvercinliklere bakın hele!

Krema mübarek...

Zelve'nin 1 km. ötesinde yer alan Paşabağı'na bağlar arasından yürüyerek gitmek en keyiflisi. Bağlar bitince, önünüze ihtişahımıyla peri bacaları çıkıyor. Oluşumlar diğerlerinden biraz daha farklı ve heybetli. Keşişler mekanıymış burası, hayali bir yer!

Otelde tanıştığımız Malezyalı amcadan
öğrendiğim Tai-Chi hareketlerini icra ederken...
Güneş oralarda bir başka batıyor...
3. Gün

Araba kiralamak yerine (astarı yüzünden pahalı oluyordu) Ihlara Vadisi ve Derinkuyu'ya yerel bir turla gittik.
Derinkuyu'ya, bu bölgeye ilk geldiğim 10'lu yaşlarımda da bayılmıştım. Arkeoloji sevdam o yaşlarda da vardı, sanırım. Derinkuyu, bildiğiniz gibi bir yeraltı şehri, tarihi Tunç Çağı'na MÖ. 3000'lere kadar eskilere dayanıyor. Gidenler bilir, biraz da gezmesi, inmesi, soluk alması meşakkatli bir yer. Baktım da çenem düşmüş, epey yazmışım, bundan sonrasını hızlıca geçiyorum, zaten fotoğraflar, kelimelerden öte anlatıyor yaşadıklarımı.
Ihlara Vadisi
Derinkuyu'dan sonra durağımız Ihlara Vadisi'ydi. Göreme nasıl Erciyes volkanından püsküren lavların akarsu ve rüzgar aşındırması sonucunda oluşmuşsa Ihlara'da Hasandağı lavlarından bu şekle bürünmüş. Aslında vadi 14 - 15 km. ama biz yaklaşık 4 km. yürüdük, bize yetmedi elbette ama grup - tur işleri işte böyle. Ondan hiç sevmiyorum topluca yapılan böyle etkinlikleri  ama şartlar ne yaparsınız. Yıllar önce gittiğimdeki keyfi vermedi bana Ihlara Vadisi, Melendiz Çayı akıyordu akmasına ama fazla mı kalabalıktı bilmiyorum, orada mutlu olamadım işte.
Selime, Kale Manastırı Kilisesi
Yürüyüşün ardından araca binip, vadinin aslında bitiş noktası olan Selime'ye gittik. Burada da peri bacaları kollarını açmış bizi bekliyordu. Buradaki Kale Manastırı Kilisesi işçilik bakımından muhteşemdi, fotoğrafında da görüldüğü gibi şimdilerde varolmayan estetik duygusu o zamanlar nasıl üstündü. Selime'den sonra araca binip Güvercinlik Vadisi'ne doğru yol aldık. Vadi tepesinde herkes gibi biz de araçtan indik ama araca binmedik. Vadiyi yukarıdan izlerken, üçümüz de karar verip vadiye inmeye karar verdik. Ne de iyi ettik!
Onlarsız gezi düşünülebilir mi?
Vadi ismini, vadi içerisinde bolca görünen güvercinliklerden alıyor, kuşevlerinin buradaki şekli kısacası. Küçük küçük nişler oyulmuş dış yüzeylere, hatta bazılarını da boyanmış, resimlenmiş. Bizim vadi yürüyüşümüz yaklaşık 5 km idi, Uçhisar merkezden de iniş varmış ama biz erken davrandık. Yemyeşil bir vadi, üzüm, elma, ayva, alıç, böğürtlen, erik, çilek, biber hatta ahududu bile bulduk. Göreme'ye kadar uzanan vadiyi, bitirmeye yakın güneşi batırdık. Muhteşem bir manzaraya uzaktaki Erciyes'e bakakaldık. Arada sarp geçitler olsa da korkusuzca yol aldık. Grubumuzun en amatörü bile bu başarısıyla bizleri hayrete düşürdü. Tam korkusuzca demişken aslında yoldan değil de karanlık vadide garip sesler çıkaran ve bizim selamımızı dahi almayan yabancıdan biraz ürktük, Puhu Puhu sesleri arasında başka diyarlara kendisi bağırırken biz de az önce Others filminden bahsediyorduk. Kırklara karışmış abinin ardından ben Kwai Köprüsü filminin bildiğiniz müziğini ıslıkla icra ederken, önümde yürüyen Arzu'nun bana korkuyla bakan gözlerini gördüm. Saçlarım iki örgü ıslık çalıyorum ve önümüzden (karanlık içinden) sesler de bana eşlik ediyor, adeta kanon yapıyoruz. Seslere yaklaştığımızda Others filmden fırlamış gibi 2 kız çocuğu ve bir anne karşımıza çıktı ki, ödümüz karıştı resmen! Neyse bize yarı İngilizce, yarı Fransızca, yolda İspanyol birini görüp görmediğimizi sordular, kimmiş dersiniz? Kırklara karışmış puhu puhu diye bağıran abi!



4. Gün

Son gün... Yarım gün vaktimiz olduğundan Love Valley - Aşk Vadisi diye isim takılmış aslında ismi Bağlıdere olan mevkiye yürüdük. Aslında Bağlıdere olan burasının adı eskiden de Ballıdere imiş. Ballar bitmiş ama arılar   hiç gitmemiş hatta bize de yol boyu iyi musallat oldular. Biraz zorlu bir inişe sahip olsa da vadinin geneli yürüyüş için kolay bir rota. Bol bol meyve ağaçları var, ilk etap beyaz vadi ikinci etapta farklı görünümleriyle dikkat çeken peri bacaları. Niye bu oluşumlara bakıp Aşk Vadisi demişler, siz fotoğrafa bakıp görün ;)

Aşk Vadisi!
Mehmet, yine tepelerde ve evet
o aşağıdaki ufaklık benden başkası değil!
Bir gezimiz de böyle biterken, oralara giderseniz vadilerde yürümenizi tekrar ve tekrar öneririm. Bozkırın havası, tüflerin büyüsüyle şimdiden iyi yolculuklar.

ArMeBu'nun iki değerli üyesi Arzu ve Mehmet'e yol arkadaşlıkları için teşekkür etmeden bu yazı bitirilemezdi. Canım arkadaşlarıma her şey için çok çok teşekkür ederim. İlklerin yaşandığı bu yolculuğumuzun bize yeni yeni yollar açmasını, daha uzun yollarımızın başlangıcı olmasını ümit ederken, herkese renkli rüyalar dilerim...



Notlar:

Nerede kalındı: Güven Cave Hotel, temiz, uygun, işletenler gayet sıcak ve yardımsever (rotalarımızda çok yardımları oldu) Göreme'nin ortasında, terasında sabah kahvenizle balonları izleyebilir, akşam biranızla gün batımı kızıllığında mest olabilirsiniz, tavsiye edilir.

Mydonose Cafe & Bistro, Göreme'nin en özenli mekanı, fiyat, kalite, müzikler harika, Göreme gecelerinin kaçış noktası diyebilirim.

Biz balona binemedik ama aklım kalmadı değil. Fiyatlar, 100 - 150 Euro.