Beautiful Tango

Bu sabah da onun sesinden uyandım: Hindi Zahra 
Son yıllarda beni kendine sevdiren en yeni kadın vokallerden. Sesi, yorumu, şarkıları hatta videoları incelikli, özel.
Hiç kimse Lhasa'nın yerini dolduramaz ama...
Son günlerde sabahlarına tangoyla uyanan bendeniz, içinde tango geçen bir şarkıyla da uyanabiliyormuş. Buyrun bu da en müspet kanıtı.
Sinema, kitap, dans, müzik, fotoğraf etc. etc. etc hayatın kahve kokusu benim için; her daim içimde, her daim can çekile...


Chaconne

Bach'ın solo keman için sonat ve partitalarından Chaconne, kötü günlerimin dostu, sesdaşım, hayatdaşım. Yine ona çok ihtiyacım olduğu bu sabahlarda kulağımda. Notalar da olmasa...

In The Mood for Love


Sanırım yıllar yıllar önce (2002?) bir Beyoğlu akşamında Evrimim ile beraber izlemiştik. Film, Wong Kar-Wai'ın filmi In the Mood for Love. Ben çok sevmiştim, yıllar geçtikçe de tekrar tekrar izledim. Müzikleri ise, filmdeki kadın ve erkek kadar önemli bir roldeydi. İşte bu müziklerden biri vardı ki, filmden yıllar yıllar sonra reklam piyasası tarafından keşfedildi, kesin bir yerlerde duymuşsunuzdur: Yumeji's theme

Anımsıyorum yıllar yıllar önce -4,5 yıl olmuş- evdeki bir soundtrack gecemde, Yumeji'yi onlarca kez üstüste dinlemiştim. Onun büyüsüyle şu aşağıdakileri yazmışım, şimdi o yazdıklarımı okuyunca çok hoşuma gitti.

pizzicatoyla vurgulanan güçlü ve dingin adımlar arasındaki, yaylılardan yükselen vakur, hüzün ve tutku kokulu seslerin birbirleriyle dansı.
(bkz: aşk)
                                                                                               (euphrates, 25.01.2007 11:18 ~ 16:22)


Hoşuma giden diğer şey, sabahtan beri dinleyip, aynen o zaman yazdıklarımı hissetmek. Hatta yazıda bkz verdiğim şeyin içimde yarattığı huzur ve tutkuyla, ezgiden daha da büyülenmek; uyumla...



Biz Filtreyi Kahvede Severiz!

Önce; blog yazmayın dediler, video izlemeyin.
Sonra şu siteye giremezsin.

Uyuma Türkiye! Elini sürdürme klavyene, DNS ayarlarına dokundurtma! Mouse’una dokunan eline dokunur.

Unutma Türkiye! Blog yazmak, video izlemek, müzik dinlemek, porno izlemek, haktır!

Yarın sokaklara gelecek engeller. Şu sokağa girme diyecekler. Yarın ülkelere gelecek engeller. Şu ülkeye gitme diyecekler. Kişilere gelecek sonra sıra. Kişiler… Sen, ben, biz. Benimle konuşmak yasak! Ve derdini anlatmak bir başkasına. Kimse kimseyle konuşmasın ve emredileni yapsın kendine.

Uyan Türkiye! Bugün internetini kirleten, yarın hayatını kirletecek. İnternetine dokunmalarına izin verme!

Yasaklamak yasaktır!










15 Mayıs 2011 Sansüre Karşı Yürüyüş






Seni Öyle Çok Özledim ki...

Giderken beni derbeder eden üçüncü "canım", dostum, biriciğim.
Seni -sizleri- öyle çok özledim ki...

Nina Simone'nun Sesi Sarmalasın Beni

Nina Simone'nun dediği gibi keşke ama keşke...  
I wish  I knew how it would feel to be free
Kölelik bitti diyen varsa, şeklen değişmiştir derim. Kölelik her yerde her zaman...
Salt fiziki değil ruhsal olarak köle olabilirsiniz ve dersiniz ki:   
I wish I could live like I'm longing to live

Sözcüklerimi anlayan, kendinde anlamlandıran ve uçmak isteyen herkes için gelsin...



Not: Şarkı hakkında zamanında buraya bir şeyler yazmışım.

I wish  I knew how it would feel to be free
I wish I could break all the chains holding me
I wish I could say all the things that  I should say
say 'em loud, say 'em clear
for the whole round world to hear.

I wish I could share all the love that's in my heart
remove all the bars that keep us apart
I wish you could know what it means to be me
Then you'd see and agree
that every man should be free.

I wish I could give all I'm longing to give
I wish I could live like I'm longing to live
I wish that I could do all the things that  I can do
though I'm way overdue I'd be starting anew.

Well I wish  I could be like a bird in the sky
how sweet it would be if I found  I could fly
Oh I'd soar to the sun and look down at the sea
and I'd sing cos I'd know that
and I'd sing cos I'd know that
and I'd sing cos I'd know that
I'd know how it feels to be free
I'd know how it feels to be free
I'd know how it feels to be free

Dön-gel'de Başlayan Yoldaşlığa

Geçen çarşamba mesai sonu trafiğine malum yağmurlar da eklenince, şöyle bir yola bakıp "yürüüüü" dedim kendime. Bu sefer yalnızdım, yalnız olunca insan bir nebze daha dikkatli algılıyor kendini ve etrafını. Aynı yolu çok kez yürüseniz de, kendinize dair daha incelikli ayrıntılar görüyor ve kaydediyorsunuz.

Sahile ulaştım, Dolmabahçe'ye geldiğimde denizin yanında-yamacında olmam gerektiğini ruhum çığırıyordu. Kıyıya geçtim, daldım manzaraya kafamda türlü güzellikler vardı, perçinledi manzara. İşte o kara bulutlar, onların denize yansıması ve esintinin etkileriyle ruhumu doyurdum o manzarada. Oysa takriben yarım saat önce, kısa bir süre de olsa dostumla görüşüp, onunla sohbet etmiştik ben yola çıkmadan önce. Cümleler dolu dolu, gözlerimiz pırıl pırıldı. O an işte dedim: "Kafamdaki güzelliklerim, bunun etkisinde olumuş olmalı, salt manzara olamaz."

Dostluk, ne güzel bir kelime değil mi? Sizleri bilmem ama ben çok şanslıyım. Kelimeyi tam manasında hayatımda yaşıyorum. Yol-daşlık, arka-daşlık olgularının yıllarca ve yollarca süregelişinin tam merkezinde duruyorum. Döngel'de başlıyor yoldaşlığımız... Mutluyum, huzurluyum. Zaman az ama bu az zamanı da yoldaşlarınla dolu dolu yaşamak mutlulukların en güzeli değil mi?

Sonbahar'ı sevdiğim kadar, gri havaları severim. İşte geçen hafta da Eylül günlerini yaşadık adeta. O akşam Beşiktaş'a gelirken çınar yapraklarının yerde halı olduğunu görsem Sonbahar'ı yaşadığıma emin olabilirdim. Neyse bu havaları sevmeyenler evet siz fazla dertlenmeyin, "ilk" olanı da gelir yakında, güneş yüzünü yakında ısıta ısıta gösterir. :)

Pilli Bebek grubunun Eylül Akşamı'nda tam da dediği gibi: Yürüyorsun. yürüyorsun. yürüyorsun. Şimdi o çarşamba akşamını tekrar anımsamak adına bu sefer benim için geliyor. :)

Bir Anadolu Yakası vardı ne oldu ona?

Sabahın temiz havasıyla beraber başlayan yağmur genelde birçoklarını mutsuz etse bile, ben seviyorum böyle havaları. Tamam gönlümüzde güneşin de ayrı bir yeri var ama yağmur ve grilik de ayrı bir güzeldir. Sis nedeniyle St. Antuan Kilisesi'nin ardından Anadolu Yakası görünmezken, Boğaz'daki bir kaç gemi silik görünüyordu.
İşte efenim, Beyoğlu'ndan son haberler böyle...

Sinema Bir Şenliktir

30. Uluslararası Film Festivali'nde izlediğim filmlere dair sözüm ona, tüm festival yazı yazacaktım, yine filmlere öyle daldım ki verdiğim sözü tutamadım. Karınca kararınca 2-3 festival yazısıyla, tembel tenekenin tesellisi kisvesi altında bir nebze de olsa verdiğim sözü tuttuğumu düşünüyorum. Başlığı Onat Kutlar'ın yadigar kitabıyla yapıp sinema deyince kendisini anmak istedim. 

Son zamanlarda festivalden aldığım hızla öyle çok film izliyorum ki, durdurana hakikaten aşk olsun. İşte bu yazımda gerek festivalden, gerekse ev - sinema ortamlarında son dönemde izlediğim filmlerden bir seçki yapmaya çalışacağım. Sanırım sadece çok küçük bir kısmı olacak, haydi rastgele!

Bu arada,  film listelerimle kendilerini bezdirdiğim film sağlayacılarıma -o kişiler kendilerini bilir- buradan teşekkürü borç bilir, yeni listelerimi hazırladığımın haberini vermek isterim. :)

 
Incendies (İçimdeki Yangın)

Lübnan asıllı Kanadalı Wajdi Mouwad'in tiyatro oyunundan uyarlanan bu dokunaklı filmi, aniden çıkan bir işimden dolayı festivalde biletim olmasına rağmen izleyememiştim. Geçtiğimiz hafta vizyona girdi de dün akşam izleyebildim. Yönetmen koltuğundaki Dennis Villeneuve kanımca bir tiyatro oyununu uyarlarken bunu seyirciye hiç de çaktırmıyor. Özellikle bazı sahneler epey de duygu sömürüsüne "gebeyken" bunları gayet uzaktan seyirciye göstermesi de yönetmenin bence başarısı. Kurgusu, ışık kullanımı, yakın planlar gibi ayrıntılarla da yönetmenin diğer başarılarını sıralayabiliriz.

Müziklerde Radiohead'den Like spinning plates ve You and whose army seçimi nasıl da filme denk düşüyor, pek ala olmuş diyebilirim. Bunu seven bunu da sever gibi olacak ama aynı dönemi anlatan 1998 yapımı West Beyrouth filmini de izlemeniz naçizane tavsiye edilir.

"Şarkı söyleyen kadın"ın hikayesinde, "Bir artı bir, bir eder mi?" sorusunun yanıtını buluyoruz
Maalesef geçmişin bugünden hiçbir farkı yok, her an her yürek bir yangın yeri, acılar gittikçe katmerleniyor.
Ama filmde dediği gibi: Hep beraber olmaktan daha güzel bir şey yoktur!



Amador

Los lunes al sol (Güneşli Pazartesiler) filmini çok severdim. Fernando Leon De Arano'nun ondan sonra çektiği diğer bir filmi Princesas ile de sevgim katmerlenmişti. İşte onun son filmi olan Amador'u festivalde görünce kaçırmadım.

Amador'da geçen yıllarda yine festivalde izlediğim La teta asustada (Acı Süt) filmi baş karakteri olan mahsun kızımız, bu filmde de eksen karakter.

Film, mutsuz ve hatta umutsuz kızımız Marcela'nın hikayesini anlatıyor bize. Aldıkları buzdolabının taksitlerini vermek için girdiği yeni işi olan Amador'a bakıcılıkla değişen hayatını gözlerimize seriyor.




Les mains en l'air (Eller Yukarı)

Festivalin son günü yani pazar günü sabahı izlenebilecek en iyi filmlerden biriydi kendisi. Film, asil ülke Fransa'nın göçmen politikalarına yaklaşımını çocukların gözünden anlatıyor. Yönetmen, Çeçen kızın kendisiyle aynı okula giden Fransız ve diğer göçmen arkadaşlarıyla yaptığı çılgın eylemi gülümseyerek izlettirip, olayın tüm ayrıntılarını böyle vermeye çalışıyor. Çocuk oyuncular çok başarılı! Tabii Ozon'un 5X2 filminden de tanıdığımız Valeria Bruni Tedeschi'nin oyunculuğunu da es geçmemek lazım.
"Eğer zorunlu olmasa kim yaşadığı toprakları terk etmek ister ki?"  temalı orta şekerli bir film kendisi.