Here Comes the Sun

Malumunuz bugün seneyi deviriyoruz. Herkesin yeni yıla dair iyi dilekleri, yeni yılda yapılacaklar listesi, yeni kararlar silsilesi hazır ve nazır. Ne demişler güneş giren eve doktor girmezmiş. Hüzün kraliçem Nina Simone da bu sefer "Here Comes the Sun" diyor, umutla.
Huzurlu bir yıl ola, sağlıcakla!

Arkeoloji Müzesi'ni özlemek



 Oruç Aruoba der ya hani: "Özlediğin, gidip göremediğindir; ama, gidip görmek istediğin." Arkeoloji Müzesi'ni özledim ben de, belki de en çok da huzurlu bahçesini. Bu aralar o huzura çok ihtiyacım var. Bir kaç aydır uğramıyordum, bu hafta sonu artık kendisini ziyaret etmek farz oldu.


Yeni de bir sergi var Müze-i Hümayun'da. Karia Bölgesi'nin gülü İasos antik kentinden gelen taş eserler sergisi. Gelen dedim ama tarih de vereyim 1878 yılında bu eserler geliyor. Tabii müzede sergilenmek için değil, Bebek semtindeki vapur iskelesinin yapımında kullanılmak üzere! Sağolsun Osman Hamdi Bey onları fark ediyor ve müzede korumaya alıyor. İşte bu eserlerin konservasyon çalışmaları bitti ve müze bahçesinde temiz bir halde görücüye çıktı. Sergi bu ayın ilk haftalarında başladı.



"Gezgin Taşlar: İstanbul Arkeoloji Müzeleri'ndeki Iasos Mermerleri" isimli bu sergideki eserleri görmek, bahçesinin arkeolog kedileriyle tanışmak, müze salonlarını gezmek ve ziyaret sonrası bahçede kahve keyfi yapmak hayallerimi süslüyor. Hayal bu ya, çok yakında...

Veda




Söz bitti, her ses kifayetsiz. 
18 yıllık biricik dostumu, yanak yanağa, gözleri gözlerimde yolcu ettim.
Hoşçakal Charlie Chaplin, seni çok ama çok özleyeceğim.

Karaköy'de balık ekmek yemek

Bugün canım bu manzaraya karşı balık ekmek yemek istedi, neredeyse gitmeyeli ay olmuş, fotoğrafın klasöründen bunu tarihlendirdim. Manzaraya karşı balık yemenin tadı başkadır burada, kah hamsi, kah istavrit, kah Norveç uskumrusu. Kediler ayaklarınızın ucunda, martılar kıyıda, melamin tabaklar masada...

Bir Köpeğin Hayatı

Günlerdir, bizim evin direği Charlie Chaplin hasta. Serumlar, iğneler, ilaçlar, iştahsızlık, bulantı, halsizlik, karaciğer, safra kesesi gibi kelimeler kara bulutların üstüne oturmuş tepemizde dolanıyor. Bugün işe gelmeden kendisini pek sevdiği (!) veteriner hekimlerin kucağına bıraktım, işten çıktıktan sonra onu biraz daha iyi bulmanın umuduyla nasıl uçarak yolları teptim, beni bilenler halimi tahmin eder. Daha iyi görünüyordu, bu umut kırıntısı sayesinde nasıl ketumluğumdan çıktım, nasıl içim yeşerdi anlatamam. Biz iyi olacağız, daha beraber yaşayacağımız günlerimiz, daha çok göz damlası düellolarımız, karşılıklı inatlaşmalarımız, yatak ele geçirme savaşlarımız olacak!



Dün yine uykusuz bir gece yaşadık, Charlie ile tuvalete kalktık, durduk. Gelelim diğer Charlie Chaplin'e...  İşte bu kalkışlarımızın birinde "A Dog's Life" geldi aklıma, hemen oturdum izledim.



Charlie Chaplin'in 1918 yapımı 35 dakikalık bu filmindeki köpek Scrabs, yıllar boyu panomu güzelleştirmişti.
Köpek Scrabs, Charlie Chaplin, yaylılar, siyah beyazın keyifli sessizliği için bir izleyin derim.

Brezilya'dan İstanbul'a


Geçenlerde yolda yürürken dinlemek için yeni bir playlist hazırladım. Yol yapanlar beni daha iyi anlar, yollar aynı dahi olsa, size farklı müziklerin eşlik etmesi insanı daha bir keyiflendirir. Yaptığım playlistte Brezilya dolaylarından Bossa nova müziğinin sevdiğim müzisyenleri de vardı. Haliyle sözleri Portekizce olan şarkıların bir tanesinde "İstanbul" kelimesi geçince pek heyecanlandım. :) Emin olmak için eve gelip sözlerine baktığımda, yanılmadığımı anladım. Sözünü ettiğim şarkı: Aquarela. Bossa nova'nın mihenk taşlarından Toquinho ve Vinicius de Moraes'ın şarkısı.

Moraes'in hayal gücüyle kağıt üzerine yaptığı imgelerden oluşan sözler, dingin müzikle biraraya gelince ferahlatıcı bir şarkı oluşturmuş. Bu masal gibi şarkının işte bir yerinde İstanbul'dan bahsediyor, küçük mürekkep damlasının kağıda düşmesinden oluşan martı, gökyüzünde dolaşmaya başlıyor, dünyayı geziyor, Hawai, Pekin derken yolu düşüyor İstanbul'a.  

Aquarela (Watercolor) yatmadan önce pek güzel uyku eşlikçisi oluyor, ısrarla tavsiye ederim, iyi yolculuklar.


La fille sur le pont

La fille sur le pont (Köprüdeki Kız) filmini ve filmin müziklerini pek severim. Marianne Faithfull'un "Who will take my dreams away" şarkısı bir numaramsa, iki numaram da Tindersticks'in "Another night in" şarkısıdır. Filmi bilenler bilir, bilmeyenler için çok spoiler vermeden Daniel Auteuil'un yürüdüğü köprünün Galata Köprüsü olduğunu söylemek isterim.

Aydın Erel'in notlarından İstanbul

Günün koşturmacası içinde Birhan Keskin'in Penguen 2 şiirindeki gibi "Dürtme içimdeki narı üstümde beyaz gömlek var" sinyalleri verirsiniz. Ama gece olunca ağırlaşır duygular. Hele de o yastığa kafayı koydunuz mu, gün içinde ötelediğiniz duygular boy sırasına dizilmiş bir biçimde karşınıza çıkar. Son günlerde benim sırabaşım Aydın Erel, benim eşsiz dayım, yegane babam. Gittiğinden beri neredeyse her gece aklıma tekrar yazıyorum konuştuklarımızı, yaşadıklarımızı. Benim için meçhule giden bir tren kalktı bu gardan, tam da bugün 2 ay oldu.

Dayım, ben bildim bileli öteye beriye bir şeyler karalardı, son zamanlarda yazdıklarını biliyordum ama eskilerinden bihaberdim. Bunlar takriben 70'li yılların ortalarına tarihlenen, ayrıntıları, sokakları, Şehr-i İstanbul'u, tarihi ve yaşamı seven bir adamın notlarından buraya düşenler. 

"Bugün günlerden Cumartesi. Epeydir uğramadığım Beyoğlu'nda bir tur attık arkadaşla. Ağa Camii'nin önünden, Dünya - Fitaş pasajına girip çıkarak, Saray Pastanesi'nin burma baklavalarını vitrin gerisinden - içeride eski günlerin havası yoktu - seyredip, daldık bir sinemaya.

Emek sinemasına giden yol ağzında, o elindeki halkaya üfleyip, havaya balonlar savuran "ajan" sanlısı yoktu artık. Karıncaezmez Şevki de görünmüyordu sarı - kırmızı reklam panolarının önünde. Sinemadan çıkınca pasaja uğrayıp, birer bira yuvarladık midye tavayla. Ben mi, sahi ben de doçent oldum bu arada.."



"Üsküdar her zaman usludur ama bugün azıcık kanı kaynıyor gibi geldi bana. Yaşıyor, mutlu mutlu gülümsüyor, iskelesine yanaşan vapurları kollarını açıp kucaklıyormuş gibi."
Ortaköy Camii'nin hemen yanındaki kahvede "Kasım Baba"nın az önce getirdiği birayı yudumluyorum. Yıllardır burada garsonluk yapıp, fırsat buldukça  müşterilerini kazıklamaktan kendini alamayan ak saçlı, dinç, masadan masaya koşturan bu adamın ismini yan masadan öğrendim. Biri şarkıcı, diğer ikisi de yaptıkları çalgı taklidi ve tuttukları ritmden anladığım kadarıyla orgçu ve baterist olan genç müzisyenler bunlar. Boğaz kıyısında hem biralarını içiyor hem de repertuarlarına kattıkları yeni şarkıların provasını yapıyorlar. Çevre masalara aldırdıkları yok, zaten kimseler de şikayetçi değil bu bedava konserden. Giderken teşekkür etmeli onlara.

Tek başıma oturduğum masayı bir bardak çay için işgal etmenin ayıp olacağını düşündüğümden ve içimi ısıtan güneşin hararetini söndürebilmek için bira ısmarladım. Aslında çayı da iyi olur bu kahvenin. Her gemi geçişinde kıyıya kadar uzanan dalgalar duvara çarpıp kırıldıktan sonra serin bir duş yaptırır kenarda oturanlara. Hele o büyük Rus gemileri geçince çoğunu geriye kaçırtacak kadar büyük dalgalar oluşur."

Beyoğlu'nun renkli şapkaları

İstiklal Caddesi'ndeki ARTER Çağdaş Sanat Galerisinde açılan "İkinci Sergi" geçtiğimiz hafta ziyarete açıldı. Ben henüz tüm sergiyi gezemedim ama yakın zamanda yapacağım sergi turumun içinde yer alacak.
Fotoğraftaki şapkalar, sergi ziyaretine gelenler kadar caddeden geçenlerinden de ilgisini çekiyor.
Vitrinde arz-ı endam eden şapkalar, sanki 1914 - 1920 yıllarında bu binada varolan şapkacıya saygı duruşunda bulunuyor.


İstanbul'da Tarih ve Yıkım

İstanbul'un hayal-et yapıları, bir zamanlar yıkılmasaydı yerlerinde olacaktı, biz de yanlarından geçecek, içlerinde dolaşacaktık. Ülkede yakmak - yıkmak her zaman moda! Daha pazar günü yaşanılanlar hepimiz için her dem taze. Ben bugün size bir projeden bahsedeceğim, Hayal-et Yapılar aylardır süren bir proje.


İTÜ Mimarlık Fakültesi'den Prof. Dr. Turgut Saner danışmanlığında, mimarlar Cem Kozar ve Işıl Ünal'ın çalışmalarıyla gerekleştirilen proje, insanlarda yıkıma karşı bir duyarlılık oluşturmayı hedefliyor.
 

Proje, "Seçilen 12 yapı günümüze kadar gelseydi kent nasıl etkilenirdi?" sorusuyla başlıyor. Altı çizilmesi gereken sonuç ise: "Kentlerde yıkım her zaman gerçekleşen ve kaçınılmaz bir şey, ama yıkılanı unutmak kente yapılan en büyük ihanettir."

"Hayal-et Yapılar" projesinde, M.S. 430'da II. Thedosius tarafından yapılan Antiochos (Adalet) Sarayı, 6. yüzyılın ilk çeyreğinde yapılan Pollyeuktos Kilisesi, günümüzde parçalarına hala rastlanan Galata Surları, Fatih'te 1956'da yol yapımı nedeniyle yıkılan Çandarlı Hamamı, Sarayburnu'nda alt yapısı hala bulunan İncirli Köşk, yine yol genişletme çabalarından dolayı yıkılan Direklerarası, hiçbir kalıntısı bulunmayan Sadabad Sarayı, 1930'larda Taksim Gezi Parkı için yıkılan Taksim Topçu Kışlası, II. Mahmud zamanında yapılan Eski Çırağan Sarayı, 1934’te yanan Darülfünun, Yeşilköy'de bulunan Ayastefanos Anıtı ve 1980 sonrasında yıkılan Squibb İlaç Fabrikası bulunuyor.

Projenin sergisini  Taksim Cumhuriyet (Maksem) Müzesi'nde 29 Kasım-23 Aralık tarihleri arasında ziyaret edebilirsiniz. Benim tavsiyem ise yukarıda adı geçen yapıların yerlerindeki yerleştirmeleri gezmek, projenin sitesinden bir plan çıkartıp, bunu kolaylıkla yapabilirsiniz. Ben şu ana kadar 4 yapının yerleştirmesini ziyaret edebildim. Şu ana kadar benim için en etkileyicisi her gün önünden geçtiğim Taksim Gezi Parkı'nın yerinde olan Taksim Topçu Kışlası'ydı. Bugün, yarın burada detaylı anlatmaya çalışacağım.

Son olarak söylemek istediğim şey, Tarih ve Yıkım / Hayalet Yapılar projesinin hedefi kesinlikle kaybolan İstanbul'a dair bir nostalji üretmek değil, tersine proje bugün ile ilgileniyor, çünkü bu yıkımlar bugün de devam ediyor, her an, yanıbaşımızda!

Haydarpaşa Yangını

 

Söylenecek çok söz var ama Erdoğan bunu 26 Ocak 2008’de zaten söylemiş:

“Bugün bir Haydarpaşaport yatırımı gerçeklemiş olsaydı oraya yapılacak yatırım 5 milyar dolardı. Biz bunu yapmak istiyoruz. Ama birileri gelip önümüzde duruyor.”

Sizin de içiniz yanmadı mı?

                                                           Fotoğraflar: Haldun Aras

Rumeli Kavağı

Geçtiğimiz bayram tatilinde daha kimseler evinden çıkmadan Rumeli Kavağı'na gittik. Rumeli Kavağı, her daim Anadolu Kavağı'nın aksine daha tenhadır. Oradayken Karadeniz kıyı kasabası görüntüsünü hep hissetmişimdir ki, kahvelerin bolluğu da bu hissiyatımı destekler çoklukta. Gençli yaşlı erkekler kahvelerde sohbet, oyun eşiliğinde zaman öldürmekte.

Kavakların olmazsa olmazı olan deniz ürünleri her tarafta, gerek balık satan tablalar, gerek balık lokantaları, midyeciler etrafı sarmış durumda, isteyene ekmek arası, isteyene tabakta... Balık olan yerde ne vardır?  Pek tabii boy boy kediler, bu gezide de yine çok kedi sevdim.


Rumeli Kavağı'nın en sevdiğim manzaralarından biri de Anadolu Kavağı'ndan tırmanarak ulaşılan Yoros Kalesi. Doğu Roma mimari eseri olan yapı, imparatorluğun çüküşünden sonra Cenevizliler tarafından da kullanılır, sonrası da malumunuz. Şu an ne durumda bilmiyorum ama son ziyaretimdeki atıl ve çöplük durumu beni çok üzmüştü.

İstanbul Boğazı'nın en kuzeyinden haberler böyle, gezentinin başka bir seferinde görüşmek dileğiyle.

Yürümeye övgüler yetmez

Farkındayım, bu İstanbul gezentisi, üç aydır blog konusunda tembellik ediyor. Yine geziyor, görüyor, not ediyor ama buraya yazmak konusunda dedikleri gibi sınıfta kaldı. Son haftalarda pazar günleri trekkinglere gidip İstanbul'u diğer İstanbullulara bıraksa da, Rumeli Feneri'nde keyif yapmak, sergilerde dolaşmak, müzelerin takipçisi olmak asli görevi. Gezentiler, yerinde duramayan insanlardır. Çok uykuyu sevmezler, erken kalkıp yol alan, yollara - yürümeye övgüler sıralayanlardır.  Doğada trekkinge, İstanbul'da asfalt trekkingine bayılırlar. Son dönemde İstanbul'a yakın güzergahlarda yürüdüm. Evvelki haftalarda Geyve dolaylarındaki rotalarda, geçen hafta da Gebze dolayları, bu hafta da İznik var. Bakalım, yürüşler sonunda bu yıl kaç km. yapacağım? :)

Yürürken insanın kendini sınaması, kendini bir bakıma doğaya teslim etmesi, bol oksijen, bol yeşilin insana kattığı enerji bir başka. Ayrıca karşınıza çıkan kocayemişleri, böğürtlenleri yemek de hediyesi.

Bu yazı bloga tekrar ısınma yazısıydı. Her yürüyüşümde andığım, her defasında nefesini hissettiğim biriciğim Aydın Erel'i, ben çocukken gezdiği yerleri anlatan heyecanıyla her defasında hatırlıyor ve huzurlarınızda anıyorum. Onu çok özlüyorum.



Mısır Apartmanı'ndan Sabah


Mesaiye yeni başlamıştık, sigara içmek için balkona çıktığımızda bu manzaraya hayran olduk. Bulutlar, ışık süzmeleri, renklerin karışımı... Neyse efendim, çektik bir fotoğraf pek tabii komşu St. Antuan Kilisesi'nin bir bölümü de kadraja girebildi. İstanbul'un sabahları da pek güzel oluyor canım.

Galata Köprüsü'nün Şarkısı


Ezginin Günlüğü: Nadir Göktürk'ün sözleri, o canım şairlerin şiirlerine besteleri, tiyatro sevdası, kitap kurdu zamanları, ilk gençlik yılları. Her tamam biraz yarıyken, her yıl biraz daha kısa, her ölüm erkenken ve günler çoğaldıkça azalırken...

Geçen gün Ortaköy'de verdikleri konserde çalmadılar en sevdiğim şarkılarından birini, ama tam da bugün burada yad ediyorum kendisini, benim için gelsin.

İstanbul'un var olma nedeni olan yarımada manzaralı: Galata Köprüsü'nün Şarkısı


Değmeyin bana
Göğsümde bin yara var
Yeditepeli kent gibiyim
Kafamda sarhoşluklar

Açıktan geç be sandalcı
Çek öte yana küreğini
Kulaklarına sahip ol bayan
Çizmesin şarkım yüreğini

Bazen
Omzumda ceket
Her dokuz çekiliş
Cebimde bilet
Sabah martılara ekmek atarım
Akşam göğsüme jilet

Balıklarımız körpedir
Derya kuzularıdır
Her aşk biraz eksik
Her tamam biraz yarıdır
Her yıl biraz daha kısa
Her ölüm erkendir
Günler çoğaldıkça azalır

Al gümüş tabakanı
Kafana tokanı tak
Şöyle kol kol a girip
Beyoğluna bir çıksak
Lastikleri aynalı
Keyifler gıcır
Kardeşinin düşündüğü şeye bak
Kunduralar aynalı
Keyifler gıcır
Kardeşinin düşündüğü şeye bak

Sakin Beyoğlu

Bugün mesai çıkışı bir arkadaşımla buluştuk, bir yerlerde bir şeyler içip, sohbet etmekti emelimiz. Öncelikle sokak sokak yürüdük, sonrasında Beyoğlu'nun sayılı eski cafelerinden birinde oturduk. Gittikçe seslere ses eklendi, sonra da etraftan gelen seslerin izinde bir futbol maçının başladığını anladık. Rahatsız olup, kalktık yürümeye başladık; kafamızdaki şehirden kaçış planlarıyla...

Az önce okuduğum kitaba dair internette görsel ararken bu alttaki fotoğrafı buldum, sanırım daha önce görmemiştim. İlkin hangi binalar olduğunu anlamasam da, sonrasında şıp diye tanıdım. Bu gece yukarıda anlattığım, yaşamış olduğum işitsel kirlilikten sonra bu fotoğrafın asude hali, dinginliği öyle rahatlattı ki beni, bilmiyorum abartıyor muyum?

Bakalım burayı siz de tanıyabilecek misiniz?

Sanatsever Köpek

Kendisi, Taksim AKM önünü yaşam alanı bellemiş güzelliklerden biri, o da bizim gibi AKM'de olacak etkinlikleri bekliyor içlenerek, binanın önünde adeta nöbet tutuyor. Onu takriben bir yıldır görüyorum. Pek tabii oranın daha eskileri de var, misal siyah kulaklı beyaz köpek. Onu geçen yıl 1 Mayıs Taksim görüntülerinde dahi televizyonlarda görmüştüm, öyle de meşhurdur kendileri. Neyse, onu bir başka gün uzun uzun yazarım.

Gelelim bu fotoğraf güzeline, aslında tüm çektiklerimi koysam fotoroman olurdu ama şimdilik iki tane yakışıklı fotoğrafıyla sizlere tanıtayım kendisini.

İlkin bana bile biraz ürkek davrandı, sonrasında öyle bir güvendi ki , zor kaçtım kendisinden, arkadaşımla aralara sapmasak bizimle Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda konsere kadar gelecekti. Ondan kaçtıktan sonra da tekrar eski yerine rahatça gider mi diye hayıflanmıştım aslında. Lakin ertesi sabah yine aynı yerinde gölgede böyle mayışmış görünce pek sevindim pek. Bu arada kendisi "kuş kovalamaca" oyununu çok seviyor. Bana da kurallarını öğretti, bir takım güvercinleri kuralına uygun bir biçimde beraber kovaladık o gün. Yerde yuvarlanıp, birtakım akrobatik hareketler yapmaya da çok açık. Kendisini yerinde görürseniz selamımı söyleyin, yakında yanına oyun oynamaya gideceğim.


Lisa Ekdahl

Takriben 20 gündür, İstanbul'un yazına yakışan cazı dinliyorduk ki, tam da şu dakikalarda 17. Uluslararası İstanbul Caz Festivali'nin son konseri olan Buika konseri sonlandı. Bendeniz de vakit bu vakittir diyerek bir hafta önce Esma Sultan'da arz-ı endam eden kuzey güzeli Lisa Ekdahl konserinden hoplaya zıplaya çekebildiğim fotoğrafları sizinle paylaşayım dedim.

Lisa Ekdahl, My Heart Belongs To Daddy eşliğinde..



Çırağan Caddesi

Bu caddeye bağlılığımın temelleri daha Ortaköy Meydanı'nda çocuk parkı olduğu yıllara dayanır, ta "bir kez daha sallanayım anne" yaşlarına. Sonrasında ise 2002 yılında yanan ve Türk Hava Yolları'na kiralanan şu aralar restorasyon çalışmaları sonucunda otel olacak olan Fehime Sultan Yalısı okul adıyla da Gazi Osman Paşa Ortaokulu yıllarına. Bayılırdım okuldan dönüş yoluma; çınar ağaçlarının gölgesinden yürümek, kışları çınar yapraklı halıdan yürümek, o duvar buyunca hayallere dalmanın sınırı yoktu bana. Her yıl bir yaprak saklamak, o yıllardan kalma bir alışkanlık...  Neyse efendim, benim gibi bu caddeye bağlı bir insan daha var: Behçet Necatigil.

Behçet Necatigil, Beşiktaş'ını çok sever, şiirlerinde de semtine dair dizelerle karşılaşmak çok mümkündür. Ama canım Çırağan Caddesi'ni bir başka sever kendisi. Öğrencisi olduğu, üstüne de 15 yıl kadar öğretmenlik yaptığı Kabataş Lisesi (O zamanlar Kabataş Erkek Lisesi) yoluna sadakatini, kızı Ayşe Sarısayın vasıtasıyla öğrendiğimiz okul arkadaşı "Tahir Alangu"ya yazdığı mektuplardan bir nebze de olsa anlıyoruz. Tarih 4 Ekim 1937...

"...Ne kadar isterdim Beşiktaş - Ortaköy yolunun üzerinde olmayı. Bir duvar dibinden, bir kedi gibi sürtünerek yürümeyi. Hani sesinle susar, yürür ve susardık. bir köşebaşına gelince ben, sana sezdirmemeye çalışarak firari bir nazar atfederdim görünmeyen bir eve doğru hani... (...) Beşiktaş - Ortaköy yolunda yürüdükçe beni hatırla. Neye bağlıyım bu kadar o yola. Ve neye bu kadar istiyorum daima o yolda yürümeyi.
Fütura ram arka sokakları, gürültünün erişemediği arka sokakları, bir şey düşünmemeye kendini zorlayarak dolaşmanın sırasıdır Tahir. Dolaşmanın sırasıdır."


Dolaşmanın tam da sırasıdır, bir akşam serinliğinde çıkın ve yürüyün bu yaşayan tarihi yolu, şimdiden iyi yolculuklar...

Tünel Şenliği

17. Uluslararası İstanbul Caz Festivali'nin ilk hafta sonu etkinliği, 3 Temmuz Cumartesi akşamı gerçekleşen Tünel Şenliği'ydi. Saat 18:00 sularında başlayan şenlikte ücretsiz sokak sahnelerinin yanı sıra çeşitli merkezlerde de müzisyenler sahne aldı.


Ben ve arkadaşlarım Tünel Ana Sahne'nin önünde yerimizi alırken, ilkin Küba müzikleriyle gece ısınmaya başladı. Böyle coşkulu, böyle danssever bir kalabalık uzun süredir görmemiştim sokakta. Salsa figurleri etrafta döndü, merengue adımları da unutulmadı. Gecenin sevimsiz ayrıntıları da yaşanmadı değil, önce şenliğin sponsoru da olan Beyoğlu Belediyesi'ne ait çöp kamyonu, seyircileri yara yara caddeden geçti, o bölümdeki seyirciler sıkışma tehlikesi yaşadı. Bir süre sonra da, ne hikmetse Belediye zabıta ekipleri geçmek için aramıza girdi, "yuh" sesleri arasında kalabalık içinden ağır aksak geçti zabitler.

Saat 22:30 gibi Tünel'de Soul Stuff grubunun sahne almasıyla hava değişti, soul rüzgarları esmeye başladı. Önce James Brown anıldı, sonra Billie Jean ve Smooth Criminal ile ilah Michael Jackson.


Grubun solisti Alper Cengiz, bir saniye yerinde durdu mu anımsamıyorum. Adam hem söylüyor, hem çalıyor, hem zıplıyor, hem jest ve mimikleriyle değme aktörlere taş çıkartıyordu, o saçları da hiç bozulmadı hani. Tez zamanda bir cumartesi gecesi Hayal Kahvesi'nde kendilerini dinlemek farz oldu.

Tünel Şenliği, pek hızlı ve coşkulu geçti, sanırım herhangi bir arbede ya da olay da yaşanmadı. Ama şunu biliyorum ki, çevredeki bakkalların aylık bira stoğu ılık ılık içildi...

Chick Corea Freedom Band

"Müziğin özgür ruhlarının birleştiği bir proje" demişti Chick Corea,  ne demek istediğini 7 Temmuz akşamı Açıkhava'da kendilerini dinlerken pekala anladım.  


Piyanoda Chick Corea, saksofonda Kenny Garrett, basta Christian McBride ve davulda Roy Haynes'den oluşan kadrosuyla "Chick Corea Freedom Band", 17. Uluslararası İstanbul Caz Festivali'nin unutulmayacak gecelerinden birini bizlere yaşattı. Davulcu Roy Haynes, 85 yaşına rağmen, durmadı yerinde, yerinde diyorum çünkü kalktı davulunun başından Chick Corea'nın piyanosuna sataştı, Chick de durur mu, o da onun davuluna...


Kenny Garrett, sanırım konserin yıldızıydı, alto saksofonuyla İstanbul'un göğünü inletti diyebilirim. Velhasıl Açıkhava'da yıldızlar altında, pek güzel kulaklar bayram etti, "bis"te de Spain unutulmadı...

Kollektif İstanbul

Bugün Anadolu Yakası'na geçtim, geçerken de yollarda Kollektif İstanbul dinledim. Onları dinlerken vücudumu terbiye edemiyorum, hoş, birçok müzik için bu böyle ama onlar o Balkan karmasıyla beni benden alıyor efendim.  Akordeon, gayda, saksofon, klarnet herşey var Kollektif İstanbul'da; cazsa caz, indie ise indie, funksa funk, world ise world...

Canlı canlı en son 15 Haziran akşamı Galata Meydanı’nda, hem de açıkhavada kulenin dizi dibinde, coşa oynaya dinledik kendilerini. Yine neşeli, yine enerjik, yine coşkulu ve bir o kadar da iyiydi sahneleri. Yetti mi yetmedi elbet, "Bir elmanın yarısı biri sensin biri ben..." dilimizde dağıldık sokaklara...


Beşiktaş I

Bugün yağmurun altında küçük çaplı da olsa gezindim Beşiktaş'ımda. Behçet Necatigil'in, Sabahattin Kudret Aksal'ın, Necati Cumalı'nın, Melih Cevdet Anday'ın, Cahit Sıtkı Tarancı ve nice edebiyatçının yaşadığı bu canım semtte. Yağmur hızlanmasaydı çıkacaktım Şairler Parkı'na ya da diğer adıyla Şairler Sofası Parkı'na...

Onlu yaşlarımın sonu, yirmili yaşlarımın başıydı, Attila İlhan'ı görmüştüm parkta, hüzünlü, düşünceli bir yüzle dolaşıyordu ve belki de "Üçüncü şahsın şiiri"ni tekrar yazıyordu içinden...


"...Ne vakit Maçka'dan geçsem
limanda hep gemiler olurdu
ağaçlar kuş gibi gülerdi
bir rüzgar aklımı alırdı.
sessizce bir cigara yakardın
parmaklarımın ucunu yakardın
kirpiklerini eğerdin bakardın
üşürdüm içim ürperirdi
felaketim olurdu ağlardım."

Vakt-i zamanında adı Vişnezade Parkı olan bu huzur bahçesi nasıl da şairlerin suretlerine yakışıyor... Yakında  Canoncanım'ı alıp şairlerin heykellerini çekeceğim, içimden de dizelerini okuyarak...

Rahatı Kaçan Ağaç


Bu gece bilgisayarımda  temizlik yaparken, klasör klasör daldığım fotoğrafların içinden bunu buldum. Bir Cumhuriyet Bayramı'nda Boğaz'daki havai fişek gösterilerinden, Kabataş - Fındıklı semalarında çektiğim bu fotoğraf bana hep Melih Cevdet Anday'ın Rahatı Kaçan Ağaç'ı anımsatır.

...ona bir kitap vereceğim
adını bulsun diye
bir öğrensin kendi adını
o zaman gezsin dursun.

Edmondo de Amicis'in İstanbul'u

Bu sabah yine işe gitmek için İstiklal Caddesi'nde yürürken, sevdiğim ayrıntıları kaydettim belleğime, hepsini umarım teker teker bu alanda paylaşabilirim.

Sabah Canoncanım yanımdaydı, önce Benetton önündeki ihtiyar delikanlı, masum gözlü köpeği fotoğrafladım, kendisini tanıyan çoktur. Sonra Alkazar Sineması'nın karyatidlerine daldım, Atina Akropolis'indeki karyatidli Erechtheion'u düşündüm, ardından da Yapıkredi Yayınları'nın vitrinine resmen yapıştım...

Edmondo de Amicis'in İstanbul'u vitrinin sağında kırmızı kırmızı şehvetle bana bakıyordu, sanki sabahtan beri yaşadıklarımın bir izdüşümüydü...

1846- 1908 yıllarında yaşamış İtalyan yazar Edmondo de Amicis'i  Çocuk Kalbi kitabından anımsarsınız, hangimiz ilkokul sıralarında okumamıştır ki...

Edebiyatçı Amicis, aslında tam da bir seyyah, seyir halinde olduğunda da gördüklerini kaleme almayı pek seven çalışkan bir seyyah hatta. İşte 1874 yılında İstanbul'a geldiğinde yazıya döktükleri de bu kırmızı kapaklı kitapta saklı.

Vakt-i zamanında kitap hakkında Selim İleri şöyle demiş:

"Edmondo de Amicis masal kenti İstanbul'un sonsuza dek varlığını korumasını temenni eder. Bununla birlikte, İstanbul’un değişeceğini, tarihi görünümünü yitireceğini ilk fark edenlerdendir. Huzursuz bir önseziyle temennisini, eseri boyunca, birkaç kez tekrar eder. İstanbul'un yarınından korkmaktadır. İşte biz o yarını yaşıyoruz."

Bir gün biri bana: "İstanbul sen, sen İstanbul" demişti. Mukavemet edilmez hisler beslediğim bu şehre dair ve hatta kendime dair duyduğum en güzel cümleydi. Kendisi bana sarfettiği bu cümleyle bana çok büyük sorumluluklar yükledi elbet, lakin ben de ne zaman bulutsuz bir gece gökyüzüne baksam, çobanyıldızımı bulup İstanbul öyküleri anlatıyorum kendisine...

Cadde-i Kebir

Bu sabah Taksim Meydanı'ndan İstiklal Caddesi'ne tam girmiştim ki, aklıma yıllar önce okuduğum bir yazı geldi. Yazı, Cadde-i Kebir'den 24 saat insan manzaralarıydı, salep satıcılarıyla başlayan konyakla biten bir gün. Sabah işe varınca internette yazıdan anımsadıklarımı arattırsam da, Google beni mutlu edecek sonuçlar çıkarmadı. Eve dönünce hemen kütüphaneme daldım, kütüphanemin mütevazi  İstanbul Kitaplığı bölümünden sonunda buldum aradığım makalenin bulunduğu kitabı: Sula Bozis kaleminden İstanbul Lezzeti İstanbullu Rumların Mutfak Kültürü. Kitaba öyle dalmışım ki, zaman nasıl geçti anlamadım. İleride kitapta yer alan mandalina likörü tarifinden, Tokatlıyan Oteli hikayelerine kadar hepsini burada paylaşacağım. Ama şimdi lafı  benim başta anımsadığım yazıya getireyim efenim. İşte birçoğumuzunun gününün, takriben 100 yıl önceki hali...

Haftalık Apola dergisinde yayımlanan bir dizi makale aracılığıyla 1915 İstanbul’una hayali bir yolculuk yapıp Cadde-i Kebir’de bir apartmanın birinci kattaki penceresinden etrafi izleyerek, imparatorluk başkentinin en merkezi caddesinde 24 saat geçirmek ilginç olacaktır:

Sabahın ilk ışıklarıyla Cadde-i Kebir’imiz yayaları kabul etmek için yıkanıyor, temizleniyor, süsleniyor. Kaldırımlardan ilk geçenler emekçilerdir. Şehrin kenar mahallelerinden Galata’ya inmek veya karşıya geçmek için akın ediyorlar… Bunlarla birlikte süt, francala, salep satan seyyar satıcılar da beliriyor. İsteyene, 20 paraya sıcak bir içecek veriyor.

Zaman ilerliyor. Sahne değişiyor… Sıra dükkanların kepenklerini gürültüyle açan hamallara geldi… Şimdi cadde pürtelaş yürüyen insanlarla dolup taşıyor. Aa! Bunlar sadece erkek değilmiş! Aralarında şık giyimli, yakışıklı gençlerle zarif ve neşe dolu genç kızlar da var. Tatavla’nın kenar mahallelerinde veya Bülbüldere’deki izbelerde oturan bu kızların işçi olmalan önemli değil. Şu anda hepsi birer hanımefendi… işlerine geç kalmamak için koşuyorlar. Biraz önce gördüğümüz kız, şimdi çalıştığı atölyede, hemen siyah önlüğünü giymiş, elindeki iğne mekik gibi çalışıyor. Genç erkek ise bürodaki yazıhaneye oturmuş, muhasebe defterine eğilip hesap yapıyor veya kumaşları metreyle ölçüyor.

Saat sabahın dokuzu. Tezgâhtarların yerini şimdi banka memurlan, tüccarlar, büro müdürleri ve dükkân sahipleri alıyor. Genellikle bu saatlerde Cadde-i Kebir’in kaldınmlarından ilk gençliklerini geride bırakmış erkekler geçer.

Saat on oldu. Şimdi cadde güzel hanımlarındır.. Hanımefendiler eşlerini işe, çocuklarını da okula gönderdikten sonra, hizmetçiye günlük iş programını verir. Tayyörünü giyer, kısa manşonunu alır ve Cadde-i Kebir’deki büyük dükkânlardan alışverişe çıkar.

Hanımefendinin Galata veya İstanbul’da çalışan kocası öğleyin yemeğe eve gelmez. Ya en yakın lokantaya gider veya evden getirdiği sefer tasındaki yemeği yer. Bu nedenle kendi de öğle yemeğini atlatıp, acele etmez, kendini alıverişe verir. … Şimdi de, öğle tatili nedeniyle Cadde-i Kebir'den geçen okul öğretmenlerine rastlarız. Çorbalarını çabucak içebilmek ya da evlerinde acele tarafından bir pirzolayı mideye indirmek veya Galata’daki bir lokantada yemek yiyebilmek için acele ederler.

İki saat sonra nihayet alışverilerini tamamlayan hanımefendiler Cadde-i Kebir’i terk eder, ancak bu sefer de sahneye etrafi görmek ve görülmek için pastanelerde oturan başka hanımlar çıkar. Öğleden sonraları Cadde-i Kebir, adeta bir buluşma yeri, bir güzellik ve cazibe gösterisi platformu, tanışmak için ilk adımdır. Kızlarının güzelliğine güvenen anneler, onları süsleyip modaya uygun son model elbiselerle giydirip, öğle sonrası ziyaretlerinden önce Cadde-i Kebir’de şöyle beş-altı tur attırırlar.


Bütün bu sahne, saat beşe kadar devam eder. Saat altıda cadde tekrar halka açılır, terziler, şapkacılar, vantezler (tezgâhtarlar), küçük memurlar, işçiler hep bu saatte paydos eder. İşçi kalabalığı evlerine dönerken, gençler ve genç pozunda bekâr orta yaşlılar, sabah terziye veya güzel tezgâhtara verdikleri randevu için sabırsızlıkla yolları gözler. Diğer yandan saygın bir yığın aile reisi, iş çıkışı, birahanede dostlarıyla buluşup üç tek atıp sohbet edeceklerdir.

Bu saatte caddenin bütün birahane ve meyhanelerinin dolu olduğunu göreceksiniz. Bu, semt meyhanelerinin boş olduğu anlamına gelmez. Başka yerde five-o’clock tea içilir, burada ise “akşamcılık” geçerlidir.

Bu arada saat ilerlemiştir. Artık aile reislerinin eve dönme zamanıdır. Bekâr olanlar ise lokantalara gider.

Artık Cadde-i Kebir’de hanımlara rastlanmaz, kapalı dükkanlarının yalnız vitrinleri ışıldar. Az sonra orta malı, etini satan hayat kadını ortaya çıkacak, başında şapkası, kışkırtıcı yürüyüşüyle Cadde-i Kebir’de dolanacak.

İstanbullu Rumlar genelde sabahçı değildir. İyi tiyatro oyununu kaçırmaz. Şu sıralar sinemaları dolduruyorlar. Bu eğilim, saat dokuz civarında Cadde-i Kebir’i tekrar canlandırır. Baloların veya büyük sosyete toplantılarının yapıldığı akşamlar, başkent aristokrasisi caddeden arabalarıyla geçer.

Şimdi saat onbuçuk. Caddeden geçenler azalıyor. Birahanelerde hala tek tük müşteri var. Kahvehanelerde oturanlar daha fazla.

Şimdi on bir buçuk. Cadde-i Kebir bir an için canlılık kazanıyor. Sinemalar boşalıyor. Birçok grup, pastane ve muhallebi salonları önünde duruyor. Konyak eşliğinde bir pasta ya da sütle birlikte tavuk göğsü yemenin tam zamanı. Cadde-i Kebir yarım saat için yeniden hareketlenir, ta ki bu gruplar da dağılıp cadde boşalana kadar. Şimdi caddeden geçenler, geç kalmış tek tük gececiler, gece bekçileri ve polisler…

Galata Kulesi

Galata Kulesi'ne Şişhane tarafından giriş. İlk fotoğraf  bahar sonunda çektiğim bir kare, diğeri de 1900'lerin başına ait, açılar pekala tam olmasa da iki resim arasındaki 7 fark için güzel bir örnek...




Maçka Parkı'nda Bandista

Avrupa Sosyal Forumu, 1-4 Temmuz'da İTÜ'de yapıldı, 2 Temmuz akşamı da Maçka Parkı'nda Bandista sahne aldı. Ben ve ekip arkadaşlarım da oradaydık. Nemli bir İstanbul gecesinde, kah çimenlerin üzerinde, kah sahne önünde musikiyle "gördüğüne inanma!" dedik hep bir ağızdan...


 


Ah Güzel İstanbul

Türk sinemasının kült filmlerindedir Ah Güzel İstanbul.  Senaryo Safa Önal, yönetmen usta Atıf Yılmaz. Başrollerde, Sadri Alışık, Ayla Algan ve İstanbul... Filmin her karesi ayrıntı yüklüdür, daha kaç kere izlesem başka kareler görürürüm bu filmde, İstanbul da ne de güzeldir...

Filmin ilk sahnesi, Haşmet İbriktaroğlu'nun (Sadri Alışık) monoloğuyla başlar. "Gündüz çorbacı gece meyhaneci Rıfkı"da sabah satleri... Uykulu uykulu, esneyerek çorbasını içer, ama daha çorba bitmeden yakar kibritiyle Sipahi sigarasını Haşmet Bey ve başlar kim olduğunu anlatmaya:

"Bendeniz Haşmet İbriktaroğlu, dedemin dedesi Osmanlı sarayında ibrikçibaşıymış. Dedem paşa, amcam süferadan, babam da zengin bir hovarda, hem de tüccar. Beylerbeyi'nde bir yalıda dünyaya gelmişim. Validem daha ben bir yaşındayken yakışıklı bir zabitle kaçmış. Peder, içkide iki hanı, bir koca köşkü yemiş, bitirmiş. Eh, servetin geri kalan kısmını da; ayıptır söylemesi biz batırdık. Tüccarlığın bir zamane sanatı olarak inceliklerini kavrayamadığımızdan birkaç işten anlamazın aklına uyup, birkaç madrabazın eline; çevirsinler diye para bıraktık. Ah, iflasla beraber yalıyı da sattık. Bir çul artmamacasına geriye kalan ne var ne yoksa; hepsini dağıttık. Şimdi çok rahatız elhamdulillah. Mütevazi bir meslekte karar verdik, geçinip gidiyoruz.
Efendim, mesleğim seyyar fotoğrafçılık. Ha, başka bir iş yapamaz mıydım? Yapardım tabii, ama kendi başıma buyruk olmak istedim; yani öyle iki - üç kuruş için hürriyetimi satmak istemedim ya...
(Okkalı bir esneyişle) Kalkmalı, akşamda bir fazla kaçırmışım ki sormayın..."