Pina Bausch'un Nefesi

Dansla yaratanlardandı Pina Bausch, yeryüzünden 30 Haziran 2009 tarihinde ayrılırken, ardında bıraktıkları belki de koreografilerinde kullandığı kayaların sadece görünen yüzüydü. Gözümü kapattım dans ediyorum ve onun Masurca Fogo'sunda görüyorum kendimi...

Pina Bausch'u, tiyatroyla çok yakın olduğum 90'lı yılların sonlarında duymaya başlamış, onu ilk kez 2002 yılı yapımı Pedro Almodovar'ın Hable con ella (Konuş Onunla) filmi sayesinde tanımıştım. Bilen bilir, Hable con ella hayatımın bir bakıma izdüşümü, yaşan(ma)mışlıklarımın perdeye yansımasıdır. Film, Pina Bausch'un Cafe Müller'i ile başlar  ve sonunda da yine Pina Bausch'un Masurca Fogo'su ile biter. Film biter ama her dem taze "aşk" devam eder. Filmde Pina Bausch epey beyazperdede görülür ve o günden sonra bu filmi defalarca izleyen ben, danslarına daha da hayran kalırım. Onun anlatım sadeliğine, anlatımdaki mizah gücüne, hareketin dinamizmine...

Aslında bu kadar kelam dahi etmeyerek yıllar sonra tekrar İstanbul'da izleme şansına eriştiğimiz Pina Bausch'un İstanbul'u Nefes'in görselleriyle bu anma yazısını tamamlayacaktım ama kifayetsiz olan sözlerim çıktı bir kere...
Tanztheater Wuppertal, Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nde geçen hafta Nefes'i üç gün sahneledi, ben de 24 Haziran'da izleme şansına nail oldum. "Bir şeyler sizi yakalıyor, içine çekiyor. Bu güzel denizin içinde olmak bir şans, ama nereye yönelmek istediğiniz çok önemli… Küçücük insanlar gibiyiz bu kentte…" diyor Pina Bausch.

İşte şimdi bu harika dans tiyatrosundan, İstanbul'un nefeslerinden kareler. Nefes, nefes, nefes...
               








İstanbul'da Kelebek İstilası

 İstanbul'da son günlerde neredeyse gökten kelebek yağıyor... Bu kahverengi hareketli canlılar her yerdeler adeta. Geçen hafta ilk kez Beşiktaş'ta karşılaştım bu kanatlılarla, sonrasında Avrupa Yakası'nda nereye gitsem karşımda, tepemde, yanımda gördüm. Son iki gün gözlemlediğim ise İstiklal Caddesi'ne akın ettikleri; yemek yediğimiz mekanlarda, ofiste, mağazalarda  bu sarı kahverengi renkli uçarcalar.

Bilen bilir, benim kelebeklerle pek güzel anılarım yoktur, vakt-i zamanında bir gece gözümde dans etmişlerdi, hatta bıraktığı kırmızı nokta hala kirpiklerimin altında durur. Deyim yerindeyse tırsmam ondandır, bu kelebek ailesinden. Bu bloga iyi - kötü kendi çektiğim fotoğraflarımı koymak istediğimden, öğle iznimde kelebek fotoğrafı çekmek için epey peşlerinden koştum. Lakin durduramıyoruz efenim, kanat çırparak uçup duruyorlar. Hakan ile sonunda ofisin içine yerleşeni sabit yakaladık ve sizin için görüntüledik.
Çocukluğumuzun korkulu rüyası The Birds'un yönetmeni Alfred Hitchcock'u saygıyla anıyorum...

Discobolus İstanbul'daydı...

Çektiğim fotoğraflar ve defterime aldığım notlar ışığında, İstanbul Gezentisi'nin yakın geçmişinde dimağında kalanlara değineceğim. İşte bunlardan ilki: Disk Atan Atlet heykeli.

Efenim bu yakışıklı sportmen Heykeltraş Myron’un yaptığı Discobolus, MÖ. 5.yy’a yani MÖ. 460 – 450 yıllarına tarihleniyor. Klasik Dönem heykel sanatının eşsiz eserlerinden biri.  
Myron, sert üsluptan zengin üsluba geçişin simgesidir. Aynı zamanda natüralisttir, deyim yerindeyse hareketin simgesidir.


Onunla beraber artık heykelde anlık hareket söz konusudur, bu dönem için büyük bir yenilik, artık iki bacağın taşıyıcı olmamasıdır. Yanda da gördüğünüz gibi diskin tam da atış anı betimlenmiştir. İşleniş bakımından vücut sanki iki yay yapar. Sağ bacak dizde bükülmüş, taşıyıcı dengeyi sağlayan ise sol bacaktır. Dizden bükülmüş bu bacak, tırnak ucuyla yere basar. 


Antik dönemin en bilinen simgelerinden Disk Atan Atlet heykeli 1791 yılında, İmparator Hadrian'ın İtalya, Tivoli'deki villasında bulunmuş ve İngiliz koleksiyoner Charles Townley tarafından satın alınmıştır. Bir süre koleksiyonerin Londra’daki ev-müzesinde sergilenmiş sonrasında The British Museum koleksiyonları arasındaki yerini almıştır.


 MS. 2.yy'a tarihlenen Roma Dönemi kopyası, The British Museum'dan bir yolculuk yaparak Şubat - Nisan aylarında İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde ayağımıza kadar geldi, biz de kendisini koşarak ziyaret ettik, eşsiz bir heykeldi...

İstiklal Caddesi'nin Güzeli

O, Beyoğlu İstiklal Caddesi’nin en tanınmış simalarından biri. Kendisini Galatasaray mevkiinde, özellikle Aznavur Pasajı, Hazzo Pulo geçiti önünde görmeniz mümkün.

Kendisi gölgelerin peşindedir, gölge gördü mü değmeyin keyfine. Uyudu mu, uyandıramazsınız gölge serinliğinde. Şirketten bir arkadaşımın Sehpa ismini koymasıyla bizim cemiyette bu hanım kızımızın ismi Sehpa! Zigon adeta rengiyle...

Sevdirdiğinde kendisi dönemez ilk haline bizim kızımız, öyle de etine dolgunuzdur hani. Sevinince zıplamaya çalışır, bir buçuk santim kadar yükselebilir yerden…

Sehpa, kimselere havlamaz; sevilsinsindir ve İstiklal Caddesi’nin sevdiği köşelerinde gölgede uyusundur derdi.
Bu arada öğrendiğime göre ona “fıçı” ya da “çirkinler prensesi” de deniliyormuş.

Sabahları Hazzo Pulo’nun içinde kendisine poğaça veriliyor, bir de yaz akşamları Hazzo Pulo’da iş çıkmazsa Nevizade’ye gidiyor hanımefendi. Bir sabah da kendisini Hazzo Pulo’da kilitli görmüştüm, sanırım gece uzun olmuş kendisine sızmış içerde bir yerlerde...

Kıssadan hisse Sehpa bu, herkesin ilgisini çeker, siz de oradan geçerken bir bakın etrafınıza, Sehpa her an bir yerlerden çıkabilir.

Girizgah

İstanbul...
İstanbul, öyle bir şehir ki, her gün onlarca şey görüyorsunuz. Kent yaşamı herkes gibi beni de ne kadar yorsa da, sokaklarda, yollarda gördüğüm ayrıntılardan keyif alıyorum.  Gözlerim her zaman açık!
Eski bir apartmanda gördüğüm kapıdan, mahalle köpeğine, festivallerden, çınar ağacına değin hayatımın renklerini çantamdaki not defterlerinden çıkartıp artık buraya aktarıyorum. Sürdürülebilir bir hal alırsa da değmeyin keyfime. Demem o ki, İstanbul'a dair ayrıntıların olmasını umduğum bir blog bu kendisi. Hadi bakalım.