Bir Hişt Sesi Gelmedi mi Fena...

 Sevdiğim adamlar, şu hayatta en çok sevdiğim yazarları ve dostlarımı kıskandı. Oysa bilselerdi onlar olmasa ben olmazdım... 

Sait Faik ve Burgazada, blogdaki birkaç yazımı okuyanların bile anlayabileceği gibi kıymetlimdir. 7-8 yaşlarında tanıştığım ve hala okurken o yaşlardaki heyecanımı hissettiren büyük bir edebiyatçıdır kendisi, ama aslolan insandır, dürüsttür, önce de kendisine.

En sevdiğim fotoğraflarından biri, müzenin bir odasının duvarında...

Dün 5-6 aylık ayrılıktan sonra yine oradaydım, evine uğradım, ufak da olsa konservasyonuna elimin değdiği, yüreğimin değdiği masasında bir saygı duruşu yaptım, sonra çatı katındakı ayrılan bölümde mektubumu yazdım, bahçesindeki ağaçlardan olgunlaşmış armutlardan yedim, içimden hikayelerini okuyup, ıslık çaldım... Sonra bir "Hişt hişt" duydum;  sonra öteden bir daha, bir o yandan, bir bu yandan hişt hişt... Gökyüzünden, saçlarımdan, ağaçtan, kargadan, begonvilden, taşlar arasından fırlayan ottan. Sonra dedim ki, eve gidince hep beraber okuyalım bu güzel öyküsünü...

Hişt Hişt 

 
"Yürüyordum. Yürüdükçe de açılıyordum. Evden kızgın çıkmıştım. Belki de tıraş bıçağına sinirlenmiştim. Olur, olur! Mutlak traş bıçağına sinirlenmiş olacağım.
Otların yeşil olması, denizin mavi olması, gökyüzünün bulutsuz olması, pekala bir meseledir. Kim demiş mesele değildir, diye? Budalalık! Ya yağmur yağsaydı? Ya otların yeşili mor, ya denizin mavisi kırmızı olsaydı? Olsaydı o zaman mesele olurdu, işte.
Çikolata renginde bir yaprak, çağla bademi renkli bir keçi gördüm. Birisi arkamdan:
-Hişt,dedi.
Dönüp baktım. Yolun kenarındaki daha boyunu posunu almamış taze devedikenleriyle karabaşlar erik lezzetinde bana baktılar. Dişlerim kamaştı. Yolda kimsecikler yoktu. Bir evin damını, uzakta uçan bir iki kuşu, yaprakların arasından denizi gördüm. Yoluma devam ederken:
-Hişt hişt, dedi.
Dönüp bakmak istedim. Belki de çok istediğim için dönüp bakamadım. Olabilir. Gökten bir kuş hişt hişt ederek geçmiştir. Arkamdan yılan, tosbağa, bir kirpi geçmiştir. Bir böcek vardır belki hişt hişt diyen.
Hişt! dedi yine.
Bu sefer belki de isteksizlikten dönüp baktım çalıların arasına birisi saklanıyormuş gibi geldi bana.
Yolun kenarına oturdum. Az ötemde bir eşek otluyor. Onun da rengi çağla bademi, ağzı, dişleri, kulakları boynu ne güzel. Otluyor. Otları adeta çatırdata çatırdata yiyor. Belki de bu çıtırtılı, çatırtılı sesi hişt hişt diye duymuşumdur. Eşeğin ot koparışının sesinden apayrı bir ses:
- Hişt hişt hişt, dedi.
Hani bazı kulağımızın dibinde çok tanıdığımız bir ses isminizi çağırıverir. Olur değil mi? Pek enderdir. Belki de kendi kafanızın içinden sizin sevdiğiniz, hatırladığınız bir ses, ses olmadan sizi çağırmıştır. Olabilir.
Birdenbire güneşi, buluta benzemez garip ve sarı bir sis kapladı. Bir kirli el, çağla bademi eşeğin sırtından bir kumaş çekip aldı. Her zamanki kül rengi, yer yer havı dökülmüş eski mantosunu giydirdi eşeğe.
Yola indim. İstediği kadar hişt desin. İsterse sahici sulu bir dost olsun. İsterse kimseler olmasın, kendi kendime kulağıma hişt hişt diyen bir divane olayım, ben, aldırmayacağım.
Belki bir kuştur. Belki tosbağadır. Belki bir kirpidir. Belki de yakın denizden seslenen bir balık, bir canavardır. Karabataktır. Mihalaki kuşudur.
İyisi mi ben kendim hişt hişt derim. O zaman tamamı tamamına pek hişt hişt seslenişine benzemeyen, benzemesin diye uğraştığım bir mırıldanmadır, tutturdum.
Birdenbire, önümde bir adamla bir kadın gördüm. Kalpazankaya yolunu sordular. Üstündesiniz dedim. Sanki yol hareket etti. Yürümediler. İki adımda benden uzaklaştılar. Koyunların arasına yüzükoyun uzanmış papazın oğlunu gördüm. Yüzünden aptal, çilli horoza benzer bir mahluk kalktı. Ağzının salyasını sildi. Kuzuyu bacaklarından tuttu. Kuzu ile yere yıkıldı. Kuzuyu burnundan öptü. Papazın oğlu çirkin, aptal, otuzbirli bir yüzle baktı. Şimdi bir çiçek tarlasında idim. Bana hişt hişt diyen mutlak bir kuştu. Vardır böyle kuşlar. Cık cık demezler de hişt hişt derler. Kuştu kuş.
Bir adam yer belliyordu. Belin demirine basıyor, kırmızıya çalan bir toprak altını, üste aktarıyordu.
- Merhaba hemşerim, dedi.
- Ooo! Merhaba! Dedim.
Tekrar işine daldı. Hişt hişt, dedim. Aldırmadı. Bir daha hişt, dedim. Yine aldırmadı. Hızlı hızlı hişt hişt hişt!
-Buyur beğim, dedi.
-Bir şey söylemedim, dedim.
Küçük parmağını kulağına soktu. Kaşıdı. Çıkarıp parmağına baktı. Belin sapına siler gibi yaptı.
- Hişt hişt, dedim.
Yüzünü göğe kaldırdı. Kuşlara baktı. Denize baktı. Dönüp şüphe ile bana baktı.
- Bu sene enginarlar nasıl? Dedim.
- İyi değil, dedi.
- Baklayı ne zaman keseceksin?
- Daha ister, dedi.
Nefes alır gibi hişt dedim.
Yine şüphe ile denize, şüphe ile göğe, şüphe ile bana baktı.
- Kuşlar olmalı, dedim.
- Benim de kulağıma bir hışırtı gelir amma, dedi, ne taraftan gelir? Zati bu sırada şu kulağım ağırlaştı.
- Bir yıkatmalı, dedim, benim de geçenlerde ağırlaşmıştı…
- Yıkattın mı?
- Yıkatmadım, hacet kalmadı, doktora gittim. Alıverdi; pislikmiş.
- Çocuklar nasıl? diye sordum.
- İyiler, dedi. Dokuzdu sekiz kaldı. Biliyorsun dokuzuncusunun macerasını ya…
- Sus, sus, dedim. Yürekler acısı. Haydi allahaısmarladık!
- Haydi güle güle.
Biraz uzaklaşınca:
- Hişt hişt.
Bu sefer yakaladım. Bahçıvandı. Oydu oydu.
- Hadi hadi yakaladım bu sefer seni, dedim.
- Yok vallahi, dedi, vallahi daha kesmedim bakla, senden ne diye saklayayım, parasıyla değil mi?
- Sen değil misin hişt hişt diyen?
- Ben de duyarım bir ses, amma bulamam nereden gelir?
Nereden gelirse gelsin dağlardan, kuşlardan, denizden, insandan, ottan, böcekten, çiçekten. Gelsin de nereden gelirse gelsin! Bir hişt sesi gelmedi mi fena. Geldikten sonra yaşasın çiçekler, böcekler, insanoğulları.
Hişt hişt!
Hişt hişt!
Hişt hişt!"

Sait Faik Abasıyanık /Alemdağ'da Var Bir Yılan (1954)

İşte o masa! Daha neler neler düşünüp, denize baktı acaba?

Bak Küçüğüm, Eskiden Burada Bir İstiklal Caddesi vardı...


Başlıkta yazdığım gibi anlatacağız gelecektekilere hatta şimdiki çocuklara da...

Bir İstiklal Caddesi vardı, bir Beyoğlu vardı küçüğüm. Biz orada sanat yapar, kültürlenirdik. Yazarları görür, kitapçılarda kendimizi kaybederdik küçüğüm, kitabevleri şimdi etrafta gördüklerin gibi yazarkasa mantığında değildi, tıpkı insanların mantığı gibi...

 Bilmezsin sen ama burada bir sinema vardı, dünyalar güzeliydi küçüğüm. Adı: "Emek" idi, en güzel filmlerimi orada izlemiş, sinemaya bu sokakta aşık olmuştum, hoş yanımda erkekler de oluyordu ama ona duyduğum sevgimin onlara duyduğum sevgiden daha az olduğunun farkında değildiler. O salon öyle muazzamdı ki, arkeolojide öğrendiğim bezeme stillerini orada görür sevinirdim.

Bu sokakta küçüğüm bir de Han Büfe vardı, festival sonrası hızlıca tost yenir, limonata içilirdi. Yanına bir bakardın, beyazperdeden hayran olduğun yaşını almış oyuncu da seninle beraber orada nefsini köreltiyor, afiyetleşirdiniz karşılıklı. Öyle mağrur, öyle kıymetli zamanlardı...

Daha neler neler küçüğüm, şu kadın heykelleri var ya, onlara Karyatid denir. Karyatid, insanın taşıyıcı olduğu genelde kadın vücutlu sütundur, buradaki gerçek, yani sonradan yapılma değil. Ama bak şimdi ne halde! Biliyor musun, bunlardan Yunanistan'da Akropolis - Erektheion Tapınağı'nda da var, ama onlar pamuklara sarıyorlar bu kültür mirasını...

Bizim ülkemizde küçüğüm tek önem verilen miras: PARA'dır. Kültür, tarih, doğa mirası bu topraklara kaşıntı yapar, o kaşıntı öyle bir huzursuz eder ki, kolu keseriz, bacağı keseriz. Bir gün de unutturma sana "Gezi Direnişi"ni anlatayım! Yok canım, gezmekle ilgili değil, ağaçlarla, insan gibi yaşamakla ilgili bir direniş. Gülme yahu, o zamanlar ağaçlar vardı tabii, ben ağaç görmüş insanım!

Ohoo.. Karyatid'den nerelere geldik. İşte bu karyatidli kapıdan da başka bir sinemaya gidilirdi, asıl sana onu anlatacaktım. Burası da Alkazar Sineması idi, sanırım rahmetli Onat Kutlar kurmuştu, onun kim olduğunu bu toprakların sinemasına yaptığı katkıları da anlatmak isterim sana ama, bir tarafım acır hep onun ölümü gelir aklıma..

Ne diyordum küçüğüm, bu sokaklarda bizlerden önce yaşayanlar muazzam mimari eserler bırakmışlardı. Estetik duyguları yüksek insanların yaşadığı bu topraklarda, nice opera binası nice tiyatro sahnesi vardı ki, bunların bir çoğuna ben bile yetişemedim. Ondan sana ancak okuduklarımı anlatabilirim.

Hani şu meydandaki "atıl" durumdaki büyük demir bina var ya, işte o polislerin merkezi olmadan, sanat yapan insanlar buradan "atılmadan" önce burası İstanbul'da kültür sanatın mabediydi. Biliyor musun senin yaşlarında ilk annem getirirdi beni buraya, ne müzikaller izlemiş, ne operalar dinlemiş, ne tiyatro oyunlarında hayran hayran salonu en son ben terk etmiştim. Sonra büyüdüm, bu sanat mabedinde çalışır oldum, Cyrano de Bergerac'da kılıç salladım, Nazım'ın Kuva-i Milliye'sinde memleketimin insanı oldum, toplama kampında Yahudi olarak öldüm, danslar ettim neler neler.
Ah küçüğüm, eskide kaldı o zamanlar, şimdi nerede salon? Olanlarda da dostlar çorbayı kaynatmaya çalışıyor..

Bir de küçüğüm buralarda hoş, incelikli, becerikli, yaratıcı esnaf ve zanaatkarlar vardı. İnci Pastanesi olsun, Filibeli Eczanesi olsun... Türlü türlü ihtiyacı karşılayan güler yüzlü, işini bilen insanlar işletirdi buraları da. Onlar da kaybolup gitti be küçüğüm. En son Rebul Eczanesi direniyordu ki, onun da acı haberi geldi. Evet, evet eczane, ama ne eczane; aslında geçmişin bizlerle bağı... Ama ne oldu, bu oteller oldu, bu zevksiz AVM'ler yerlerine geldi, sonra ne oldu? Şehre bir şeyler oldu; küstü bize martılar, küstü bize ağaçlar, küstü bize balıklar...

Asıl inanamazsın, ben taa lisedeyken bu İstiklal Caddesi'nde ağaçlar vardı küçüğüm, caddede yürürken ağacın yaprağı tenime değerdi, içim bir hoş olurdu.

Bak yine gözüme toz kaçtı küçüğüm...

Photo by yassino

Dünya İnsanı: Manu Chao

Dün ekşi fest 2014 kapsamında Manu Chao konseri'ndeydim. Hayatımda en eğlendiğim konser olan 2002 Manu Chao konseri bile yetecekken gitmeme, onunla yapılan bu röportajı da okuyunca konser yolunu tuttum.

Şunu söyleyebilirim, 2002 konserinden de fevkalade bir konser çıkaran dünya insanı Manu, atom karınca, tutku bombası, ateş topuydu adeta. Bilen bilir aslında 53 yaşında kendisi, enerjisini insandan/paylaşımdan aldığı nasıl da belli. Bu adam gibiler yeryüzünde daha fazla olsa, buralar daha da çekilir bir yer olur kesin.

Konser çıkışında dediğim gibi bir daha geldiklerinde zeytinyağlı yaprak sarması bile sarar kulise götürürüm, işte o kadar güzel kendi ve grubu. Bu kadar mı hümanist, bu kadar mı coşkulu/tutkulu olunur? İnsan be! Üstüne üstlük müzik yapıyor. Hem de çok iyi yapıyor.

 

Konserde bir kayıt yapmadım ama konser boyu Gezi sloganlarını duymanızı isterdim. Bir yanda barkovizyonda geçen yıl Gezi direnişinden görüntüler akıp giderken, bir yandan da sahnede Manu Chao mikrofonla kalp atışlarını dinletip "Gezi'deydim" dedi. Biz de: "Her yer Taksim, her yer direniş" ve "Bu daha başlangıç, mücadeleye devam!" diye karşılık verdik!


  Kaçıranlar için gelsin, konser atmosferi bunun gibiydi işte...

Uyuyunca Geçmiyor

Uykudan önce insanın aklına türlü türlü şeyler gelir. Onlar, sanki bir ritüel gibi tam da o anlarda sizi yoklar, sizi oradan oraya sürükler, sonra da düşünme girdaplarına sokup, girdaplarda kaybolup sızmanızı salık verirler. Benim başım da yastıkla hasbihale girdiğinde hep aklıma, lise çağlarında edebiyat aşkıyla kavrulduğum dönemlerde Tezer Özlü'nün sayesinde tanıdığım Pavese'den bir alıntı gelir:

Kaç yaşında olursan ol, uyuyunca geçecekmiş gibi gelecek. Kaç yaşında olursan ol, uyuyunca geçmeyecek.
 

Korkmayın, içinden çıkılamayacak sorunlarım, deva bulunamayacak dertlerim yok, sıkıntılar aşağı yukarı hepimizde aynı! Hepimiz derken, anlayın işte: duyargaları açık olanlar.
Yalnız bu son yıllarda yaşanılanlar, duygu durumumuzu, alışkanlıklarımızı, zaman tüketimimizi fark etmesek de çok etkiledi. Her yeni güne uyandığımızda, bugün ne olacak acaba diye korku dolu gözlerle sorar olduk ve hatta bugün bir yerlerde bizim ruhumuz duymadan ne acılar yaşanacak, ne düzenbazlıklar çevrilecek kaygısıyla...

Yüreklerimiz büklüm büklüm, sinirlerimiz laçka, umutlarımızın şarjı bitmeye yüz tutmuş, kaygılı halet-i ruhiyeler içersindeyiz. En azından eskisinden daha fazla...

İnsan için, hayvan için, mahalle için, tarih için, nehirler, dağlar, yaylalar için, kültür & tabiat varlıklarının işte tümü için, sanat için, adalet için, çocuk için, eğitim için, geçmişimiz ve geleceğimiz için parça parça oluyoruz. Parça parça olmakla da kalmayıp "suçlu" oluyoruz.

Bugün -sanırım artık dün demeliyim- 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun değiştirilmesine ilişkin yasa tasarısı ve teklifiyle ilgili Meclis Çevre Komisyonu toplantısı vardı. Burada uzun uzadıya yazacak ne ezberim, ne de mecalim var. Sosyal medya vs.'den gördüğünüz üzere, resmen hayvan katliamına dönüşecek yasa tasarısı, hayvan deneyleri, sokak köpeklerinin yok edilmesi (malum fazla yer kaplıyorlar, uyudukları yerlere belediye çay bahçeleri ya da binalar dikilebilir) gibi başlıklardan oluşuyordu. Toplantı sonucunu merak edenler buradan okuyabilir, bitti mi hayır, mücadeleye devam!

Yeryüzünün sadece kendisine ait olduğuna inanan insanoğulları size de "zavallı" gelmiyor mu? Maalesef ki, o zavallılar içinde umudumuzu kaybetmeden yaşamak için çırpınıyoruz. Ama elbette ki umut var, umut işte tam da şu yavru köpeğin gözlerinde...


Kış Uykusu

Anladım ki, eskisi gibi uzun uzun yazamıyorum. Ben de Müge'nin blogunda yaptığı gibi, kendi tarihimde kısa da olsa nişaneler bırakmaya karar verdim. (Bu arada, pek güzel blogtur, takibinize alın derim.)

Tarih 24 Mayıs 2014, 67. Cannes Film Festivali'nde "Altın Palmiye'' ödülü Kış Uykusu/ Winter Sleep ile Nuri Bilge Ceylan'ın olur. Ve biz bu ödül törenini internetten yarım yamalak izleriz. Gezi zamanında iyice yüzünü belli eden yandaş medya, favori gösterilen filmin  yarıştığı dünyanın en önemli sinema festivalinin törenini bize izletmez. Sonradan bir röportajlarında Haluk Bilginer'in de dediğine göre, bütün dünya basını oradayken Türk basını festivalde ne acıdır ki yokmuş.
Ama biliyorum ki, 24 Mayıs akşamı ben ve benim gibiler bu haberi sevinçle karışık gözyaşlarıyla karşıladık.  

Sonbaharda vizyona çıkacağı düşünülürken filmin yapımcısı Zeynep Özbatur'un 13 Haziran tarihi haberiyle o heyecanlı bekleyiş başladı. Filmi 15 Haziran günü Rexx'de izledim. Rexx Sineması'nı İstanbul Film Festivali dışında böyle kalabalık görmemiştim. İlk sıralar dışında tamamen doluydu.

Film hakkında büyük eleştirmenler sıra sıra yazılarını yayınlarken burada kendimce eleştiri yapacak değilim ama benim de söyleyeceklerim var elbette. Azımsanmayacak olan sinema bilgim, hatta izleyici olarak tutkum olan sinemanın büyüsü Kış Uykusu'nda oldukça etkin. Beni ziyadesiyle mutlu etti, elbette fazla bulduğum şeyler gibi, şu da olsaydı dediklerim oldu ama... Film, yönetmenindir sonunda...

Vicdan, ahlak, gidememek, yalnızlık, yermek/övmek, yabancılık ve daha nice sözcük üzerine insanı anlatan bir seyirlik Kış Uykusu. Kah bir tiyatro sahnesi, kah bir belgesel. İnsan olmanın acısı kadar ağır ve sıkıcı hiç değil. Bir Zamanlar Anadolu kadar imgeler olmasa da duvardaki Caligula afişi gibi görene gösteren izler de var muhakkak.

Çehov, Shakespeare ve hatta bence Gorki (Küçük Burjuvalar) göndermeli filmi, herkesin diline pelesenk olan süresini de hiç düşünmeden, gidin izleyin sonra da konuşalım. Belki size de uykunuzdan uyandıracak  hesaplaşmalar yaptıracaktır.