İstanbul'un Emektar Çınar Ağaçlarına Elveda!

Dolmabahçe'den Beşiktaş'a giderken canım çınar ağaçlarını bilirsiniz.  O yola hayat veren ağaçlar! Bir başka yazıda onlardan böyle bahsetmişim.Ne darbeler, hangi suretler gördüler, hangi çığlıkları duydular kim bilir... Hasta onlar, uzun süredir zaten gözlemliyorum. Bir takım iyileştirme "çabaları" sözüm ona yapılıyor. Ama...
Ağaç bu elbet, geçen arabaların egzozuna can dayanır mı? Onların ciğerleri de böyle ölüyor işte. Hepimiz gibi.


Bu çınar ağaçları, hem büyükbaş araçları  geçerken engelliyorlar, hem reklam panolarını engelliyorlar, hem yeni "Taksim güzellemesi"ni de bir bakımdan engelliyorlar, trafiği engelliyorlar, alanı daraltıyorlar, 28 araçlı kortej geçerken büyük insanları engelliyorlar etc. etc. etc.

Bundan 1-2 yıl önce o yolda yürürken (yanımda kim vardı anımsamıyorum) ona demiştim, "Bu yol var ya bu yol, bu ağaçlar var ya bu ağaçlar (Ortaköy'e kadar uzanan Çırağan yolunu da içine alarak) bir gün yok olursa ciğerim yanar" demiştim. Evet, bu haberi yani çınarlarımın kesileceği haberini öğrendiğim dün geceden beri...

Ciğerim yanıyor, ağaçlar için gözyaşı dökmeyeceksem, ne için dökeceğim?

Elveda çınarlar...


Sonradan edit: İstanbul 2. Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Bölge Kurulu bu infazını onayladı.

01.03.2012 - Bu sabah yine geçerken selam ettim onlara, bu sefer içimi çeke çeke. Hastaydılar, yaşlıydılar; insanoğlu yine koruyamadı yine yine yine diye. Büyükşehir Belediyesi, hastalık raporlarını vs. dün akşam sundu, ben artık böyle raporlara da inanmıyorum, zamanında tren kazası raporlarının da nasıl kurgulandığını da biliyoruz. Yenileri dikilecekmiş. Yenileri umarım ağaç olarak dikilir, ilerideki yeni yapılan otel inşasına benzer bir durum olmasın da ya da bir sabah kaldırılan ilerideki Beşiktaş - Akaretler otobüs durağı gibi...
Can-ı korumak adına, Tabiat ve Kültür varlıklarını korumak adına bu kaçıncı sınıfta kalışımız, inannın ben sayamıyorum.

Cumartesi umarım geç olmaz da, en son bir kucaklarım onların hasta ve yaşlı bedenlerini. :(

Kartepe Semalarındaki Yollar Seni Sorar

Bu sefer, bu yürüyüşün öyküsü fotoğraflarla olsun istedim. Canoncan evde miskinlik yaptığından, iPhone imdada yetişti ve aşağıdaki kareler çıktı. Öykü yok dediysek, fotoğraf altı yazısı da yok demedik, buyrun karlar altına...
Huzur mu dediniz?

Herşeye rağmen, dimdik ayakta olmanın fotoğrafıdır.

Koca bir ağacın küçük bir parçası olmak..

Her tünelden elbette bir çıkış vardır.
Yaprağın düşüşü!
Mutlak yalnızlık bilinci...
Her köy bizimdir: Orada, burada, şurada...


Ve o köylerde muhtarlar vardır. :)

Bir spiraldir yaşam...
Bir fotoğrafım olsun yollarda dedim, kadim bir ağaçla...
Son çırpınış...
Bu ayakların dili olsa, ne öyküler anlatır. :)
Kartepe'ye çıkınca kayan insanlar gördük sanki...
Trekking öncesi şekerli dostlarımın tozluk giyme telaşesinde, günün en komedi 2.fotoğrafı. En birinci fotoğrafı buraya koymam benim için pek iyi olmaz. :)

In a Sentimental Mood

Sabah kalktığımda hepiniz gibiydim: Pazartesi, hava, trafik, kaos, umutsuzluk, özlemler, sağlıksızlık, hayat... Olumsuzlukları olumluya çevirmek konusunu hemen hızlıca düşündüm. Odakule'nin seyyar çiçekçi amcasından, ailemiz kadınlarının bir numaralı çiçeği olan nergislerden bir koca demet şirkete aldım, koydum ortaya. Sonra da bir Coltrane güzelliğiyle ruhumu doyurdum. İran sinemasının medar-ı iftiharlarından biri olan Asghar Farhadi'nin A separation filminin haklı olarak yabancı film Oscar ödülünü alması da sabahımın en umutlu haberiydi diyebilirim.

Bugün ayrıca Serhan Şeşen'in de doğum günü, Yaşama Saygı Günü! Yaşayabilseydi 30. yaşını kutlayacaktı bu güzellik, Devlet Tiyatrosu günlerimden heyecanlı - meraklı çocuksu gözleriyle anımsıyorum hep kendisini, sevgiyle. Sevdiklerine sabırlar dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden ama sözüm söz her 27 Şubat buradan da selam edeceğim Serhan'a... Biriciği Selin ve dostu Tuğba'ya da.

Hepimize sevgi dolu, sanat dolu, adaletli ve sakin bir hafta dilerim...

                                              
                                                         Yaşam ilhamı Coltrane olan müzikdaş Cem'e teşekkürlerimle...

Hayatımızın resmidir!

Yaratıcı bir şekilde sevdiğimiz şeyleri yapmayı istemek hepimizin dileği. Çok şeye ilgi duymak: Farklı alanlarda bakış açınızın ve yeteneğinizin olması da bu dileği katmerliyor sanırım. Baskı altında bir şeyler yapmak -  yapamamak! Hayatınızdaki düsturlarınızdan ödün vermemek ilkesiyle; insanı zorlayıcı konuma getiren hayat kuralları sizi çevreliyor. Politika, sosyal yaşam, sanat, sağlık, iş hayatı, spor vs. hepsi zincirleme aynı şeyin aynı baskının altında: "kuralsızlık", "arkadan iş çevirme", "cep doldurma", "vicdansızlık", "midesizlik" ve "salağa yatma"
Sevgiden ve saygıdan yoksun, satıcı hayatlar ve ilkeler şu ara bir numara!


Ben Heine adlı sanatçıyla beni tanıştıran blogdaşa buradan teşekkürlerimi gönderiyorum.

Vicdan

Vicdan muhakemesi, vicdan kabiliyeti, vicdansızlık, vicdan azabı yani genel olarak vicdan üzerine düşünüyordum. Vicdanın gerçekten bir kabiliyet olduğunun ayırdına çok önce varmıştım da, bazı şeyleri görüp görüp hala inanamıyorum, hepimizin her an okuduğu, yaşadığı, gördüğü şeyler. Bu konuda safım ben ve evet bu saflığımdan da onur duyuyorum.

Bunlarla kafamı patlatırken son dönemde izlediğim A Separation ve Nar filmleri (malum konu benzerliği) hop beynimde ön koltuklarda yerini aldı,  hop üstüne Eric Satie bestesi geldi kulağıma Jacques Loussier Trio'nun harika yorumuyla, hop bir de aklıma Richard Bach'ın güzide sözü gelmesin mi?

"Your conscience is the measure of the honesty of your selfishness. Listen to it carefully."
"Vicdaniniz, bencilliğinizin samimiyet derecesidir. Onu iyi dinleyiniz."

Sizi Satie eşliğinde vicdanınızı dinlemeye bırakayım ben en iyisi...

Bir Zamanlar Besiktaş


70'ler...

‎"Gerekli olmayan" kültür ve tabiat varlıkları satılabilirmiş!

Arkaik, gereksiz binalar, "istasyonlar", eski eski ve "işlevsiz" durunca "otel" olmayınca; bir ... para etmeyen yerler değil mi? Tıpkı sunaklar, lahitler gibi gereksiz taş yığınları gibi, bizden olmayan eski ucube şeyler gibi...

"Gerekli olmayan" nasıl bir terminolojidir? Özel müzeleri kesinlikle destekliyorum ben de, ama bu o değil. Bu Osmanlı'nın vakti zamanında hediye ettiği hatta barter yaptığı eserleri anımsatıyor bana ve tabii ki "Antikacı" adı altındaki hırsızları...


Korunması Gerekli Taşınır Kültür Ve Tabiat Varlıklarının Tasnifi, Tescili ve Müzelere Alınmaları Hakkında Yönetmelik’in 19 Ocak 2012 tarihinde değişen 10. maddesinin 4 ve 5. bentlerinde müzelere alınması “gerekli olmayan” kültür ve tabiat varlıklarının DEVLETÇE özel müze ve/veya koleksiyonerlere satılabileceğini söylemektedir.

Kültür ve tabiat varlıkları bütün insanlığın ortak mirasıdır. Bunların devlet eliyle satılması kabul edilemez birçok hataya neden olacaktır. Bu değişikliğin iptal edilmesini, devlet eliyle konunması gerekli kültür ve tabiat varlıklarının satılmamasını talep ediyoruz.

Lütfen buradan imzanızla destek olun.

Aşağıdaki bölüm Resmi Gazete’den alıntıdır.

Korunması Gerekli Taşınır Kültür ve Tabiat Varlıklarının Tasnifi, Tescili ve Müzelere Alınmaları Hakkında Yönetmelik – Tasnif ve tescile tabi olup müzelere alınmasına gerek görülmeyen kültür ve tabiat varlıkları ile etütlük nitelikli kültür ve tabiat varlıkları

MADDE 10 –(Değişik 19/01/2012 tarih, 28178 Sayılı R.G)

(4) Müzeye getirilen ve bir yıl içinde sahiplerince geri alınmayan varlıklar müzelerde korunabilir, durumlarına uygun olarak kayıt altına alınabilir veya usulüne uygun olarak Devletçe satılabilir.

(5) Değerlendirme komisyonu tarafından müzeye alınmasına gerek duyulmayan tescile tabi taşınır kültür ve tabiat varlıkları, envanter bilgileri çıkartılarak müze emanetinde alıkonulur. Bu şekilde değerlendirilen taşınır kültür ve tabiat varlıkları ile komisyon tarafından etütlük eser olarak tasnif edilen ve müzeye alınmasına gerek görülmeyen taşınır varlıkların Bakanlık denetimindeki özel müze veya koleksiyoncuların envanterlerine kaydedilmek üzere satışına izin verilir. Bir yıl içerisinde özel müzelere veya koleksiyonculara devri gerçekleşmeyen bu taşınır kültür ve tabiat varlıkları durumlarına uygun olarak müzelerde kayıt altına alınır.

Weekend

Bugün !f istanbul 2012'nin benim için üçüncü filmini izledim: Weekend 


Kalbiniz çarpıyorsa, Andrew Haigh'in yönetmenliğindeki 2011 yapımı bu filmden etkilenirsiniz. Naif, incelikli, yalnızlığın ağırlığı, dostluğun bütünlüğü duygusal bir kavrayışla işleniyor. Yol arkadaşınızı bulmanın sevinci, derdini anladığını bildiğin birine anlatmanın hafifliği, hayatta mutlu olunan anların çoğalması, gözlerinde gözlerini görmenin, bakmanın - görmenin - hissetmenin - düşünmenin gerçekliği...



 Bu sefer kahramanlarımız iki erkek yani film bir gay ilişkiyi gözler önüne seriyor. Sererken de, bunu muhallebi kıvamında yapıyor, hafifçe, çaktırmadan, yumuşacık... Siz olan bitene odaklanmışken öyle şeyler konuşuluyor ki, derinden etkiliyor. Bir haftasonuna  neler sığdırılmaz ki...


1995 yapımı Before Sunrise'i bilirsiniz. Erkek ve kadın şans eseri tanışır ve aşkla büyük bir diyalog patlaması yaşarlar, bize de izlemek ve hatta imrenmek düşer. Filmi izlerken bir an oradaki diyaloglar geldi aklıma, hayat, aşk, gelecek, dünya hakkında kahramanlarımız konuşur, tartışır, paylaşırdı. Weekend'de de aynı diyalog koşturması, aynı kaçan zamanı yakala telaşesi hakim. Seviyorum böyle iki ana karakterli, keyifli diyaloglu filmleri. Hele de her iki filmde olduğu gibi oyuncular da iyiyse, keyif tavan yapıyor.


Filmde straight dünyaya göndermeler elbetteki hakim: Nothing Hill filminin romantik karelerine, herkesin evlenmesi - çocuk yapmasının istenmesinden, sokaktaki tabulara kadar. Film öyle vuruyor ki inceden, söylemek istediğini zaten yumruk gibi çakıyor herkese. "Sevmek" dediğimiz kelimenin tam da içini doldura doldura yapıyor. Tüm homofobik insanlara güçlü bir anlatımla tokat atıyor, filmin baş kahramanı Russell'ın son dakikalarda bir bakışı var ki, "tabu"yu yüzünde tam manasında izleyicilere gösteriyor.

Filmin aldığı ödülleri ve tüm kastı buradan görebilir, filmin trailerini alta izleyebilir ve filmin müziklerinden final şarkısı "I wanna go to Marz"ı en altta dinleyebilirsiz.

Unuttuğum bir şey var mı? derken, bir babanın oğlunun gay olduğunu öğrendiğinde -hayal bu ya- söylediği bu cümleyle yazıyı sonlandırayım:

"Oğlum, seni ne olursan ol seviyorum. Sen uzaya giden ilk astronot dahi olsan ben seni yine böyle severdim."


Bugün Sana Uzaktan Baktım Haydarpaşa

Bugünün en yalnız, en hüzünlü anı: Haydarpaşa yalnız ve martılar çığlık çığlığa...



PAKAW! İstanbul'da!

Dün gece Yunan, Türk, Japon, Fransız, İngiliz kadından oluşan Pakaw grubunun müzikleriyle dans ettik. Grup aslında İngiltere'de ikamet ediyor, İstanbul'da dün gece ilk konserlerini verdiler. Bugün de müzikleriyle ruhlarımızı şenlendirmeye devam ediyorlar. Buyrun burada bilgiler var..

Grubun biriciği Duygu, eski sahne arkadaşım; AKM'nin suskunluğunu gördükçe hatıralarıma daldığım zamanların güzel dostu! Orkestra oyununda Auschwitz Toplama Kampı'nda başlayan dostluk, Kuva-i Milliye dönemleri - Kurtluş Savaşı zamanlarına kadar gider! :) Sahnedaşım, bölümdaşım, iyi ki varsın be!


Grubun müziklerine gelelim derseniz; bizim coğrafyalardan, Rum ezgileri, Balkanlar, kah Klezmer, İstanbul'un saf zamanları, Karadeniz tınıları... Geleneksel müziklerin kadınların dillerinde ve ellerinde nasıl da barışçıl, aslında köklerinde hüzün ve acı olsa da umutla seslendirildiğinin kanıtı! Dinleyin, takip edin, müzikleriyle güzel bir yolculuğa çıkın! Yolculuk biletiniz burada...


Duygu Çamurcuoğlu (percussion, vocals)
Jeremy Halliwell (guitar)
Muzmee (violin)
Paressa Daniilidou (accordion, vocals)
Patricia de Mayo (oud, bass, percussion, vocals)

Kids Stories

Bugün !f Film Festivali'nin ilk gününde ve 12:00 olan ilk seansında açılışı yaptık efendim. Filmimiz Kids Stories, isminden anlaşılacağı gibi hikayemizin kahramanları da çocuklardı. Ama ne çocuklar: Kabir, Arujan, Altimbek, Dosunjan ve diğerleri...


Film, Hindistan ve Kazakistan olmak üzere iki coğrafyada çekilmiş. Coğrafyaların kattığı özellikler iki bölümde de  farklılık gösterse de, çocuklar söz konusu olunca dünya harika bir muhteşem bir yer! Filmde öyle kareler var ki anlatmak istediğim, hangisinden başlayayım bilmiyorum. Aslında hep dediğim gibi izlemeyenlere spoil etmek istemediğimden başlamadan bitireyim en iyisi. Sinema mevzu bahis olunca bilirsiniz bu klavye fena depar atar. :)

Coğrafyalar, çocuklar, Asya, hayaller, aşklar, umutlar, yalnızlıklar, nineler, kayboluşlar, hınzırlıklar, atlıkarınca, korku tüneli, uçurtma, 9-10 yaşında bir çocuğun büyük binaya -Eyfel- aşkla görme isteği üzerine uçak bileti alma girişimleri, diyaloglar, anneler, gökyüzü, iştahla yenen domates, sütlü çay -Hindistan'da  İngiliz sömürge hareketinden yüklüce nasibini aldığından sütlü içiyorlar çayı.- ve niceleri...

Filmin yönetmeni Siegfried, Fransız bir arkadaş. Serde hippilik var bu belli, çokça gezenti de kendisi.Kasım ayı sonunda Roma Film Festivali'nde ilk kez görücüye çıkan bu filmini izlemekten keyif aldım. İzlediğim ilk filmiydi. Film sonrası sohbeti de pek bir keyifli geçti. Pek tabii "gösteriş meraklısı" ablaların soruları da epey güldürdü beni: "Orjini neresi acaba, İngilizcesi biraz Hindistanlılar 'a benziyor da. Yani ben Kalküta'dayken böyle de öyle..." (Kadın, anladık Hindistan'ı tavaf ettin! Ama bundan bizea ne? Tavaf ettin de karşımdaki adamın İngilizcesinin Frankofon olduğunu ben bile anlarım; o tonlamalar, o yazıldığı gibi okunuşlar, o nidalar kimde olur?)

Sorulardan devam edecek olursak, filmin çekim hikayelerinden gidildi. Zor olmadı mı, bunca kalabalık yerlerde çekimler vs. En güzel sorular da tiyatroda pek sevdiğim oyunculardan Yıldıray Şahinler'den geldi, bunu da buradan söylemeyi önemli görüyorum. :)

Siegfried, içtenlikle soruları yanıtlarken şunlar kaldı onun anlattıklarımdan aklımda: "Bir ya da birkaç hikaye vardır, bir coğrafyada çekilecektir. Her şey kafada biter, iyi bir gözlemci olman ve her şeyi görebilmen, ayrıntıları tutabilmen önemli. Ben öyle bir yıl senaryo yazayım, oyuncuların saçları şu renk olsun tadında "büyük bir yönetmen" değilim. Bu yıl şu filmi çekeceğim, şu zaman X senaryomu yazayım diye bir öngörüm yok, düşünceler gelir ve hızlıca çekilir. Yumuşak bir çizgi olması lazım böyle kalabalık coğrafyalarda film çekiminin. Zorlu yanları çok, oyuncuların neredeyse hepsi halktan. Bir çekime başlarken çevrenizde 10 kişi varken bir anda 500 kişiye çıkabiliyor bu, süreçi ayarlamalı ve dikkatlice - yumuşak bir şekilde yolu çizmeniz lazım. Yoksa filmi çekemezsiniz. Bu filmde daha çocuk oynayacağını anlamamışken, senaryo gereği okulda müdürün odasına gönderdik, burada annesi aranacaktı, çocuk gerçekten de annesini arıyoruz zannetti...."


İşte böyle "gerçek dünya"dan 90 dakika izletti bana Siegfried... Dünyanın çocuk gözünden çıplaklığıyla anlatıldığı film, yer yer yetişkin olarak utandığınız, yer yer o yaşlardaki coşkunuza özlem duyduğunuz, coğrafya, kültür, dil, sosyal psikoloji, antropoloji, mimari ne isterseniz bol bol mahsül alabileceğiniz  belgesel bir film olmuş diyebilirim. Saf, çarpıcı ve net!

Herkes yapar mı bilmem ama; Filmleri izledikten sonra, kendime de çeviririm kamerayı. Hani herkes filmden kendi nasibini alır ya, o hesap...  Kendi adıma "Hala bende de iş var be!" dedirtti film. ;) "Çocukça" coşkum, merakım, muzipliğim, danslarım ve tüm abukluklarımla çocukların dünyasında bana da yerim bakiymiş. Siegfried'i de fena takibe aldığımı bildirmekten gurur duyarım bu bapta efenim.

Filminiz bol olsun, yoksa da ısrarla isteyiniz.;)

Konserler Konserler

Cemal Reşit Rey Konser Salonu programında Jan Garbarek GroupLuraİngiliz Oda Orkestrası ve Kremerata Baltica & Gidon Kremer konserlerine gidilecek.

Kings of Convenience 12 - 13 Nisan’da Babylon’da, müzikleriyle huzur bulunacak.

Salon'da Nisan ayında Nigel Kennedy Quintet ve Suzanne Vega var, şimdiden kumbara doldurulacak. :)

İstanbul Müzik Festivali Haziran'da, program belli ama çok üzüyor bilet fiyatlarıyla yine beni. En istenilen bir iki konsere gidilip, ense izlenilecek. İstanbul Caz Festivali programı da Mayıs başında belli olur, beller sıkılmalı, konserlerle ruhu doyurmalı.

Bu arada Bach Before After konserleri var ki, özellikle 28 Şubat tarihinde Sirkeci Garı'nda olan konsere koşulmalı. (Benim sanırım nefesim yetmeyecek, gidenler bana anlatsın.)

Hülasa, can çeken buraya yazılmamış konserler çokmuş, şimdilik liste buymuş. (Of daha bunun yaz konserleri de var!)

Tumbalalaika

Müzik, yaraları sarmalar derim ya hep, herhalde şu hayatta değişmez düşüncelerimin en başında gelir. Kendimde gözlemlediğim dermanı müzikte bulma hikayesi, çok eskilere dayanır; hani annenin eline yapışıp çocuk yaşında müzikallere gitme zamanlarına. Batı Yakasının Hikayesi'nden ya da Aristophanes'in Kuşlar'ından kendime pay çıkarmakta zorlandığım, müziklerinde büyülenmiş bir biçimde seyirciler arasında mıh gibi oturduğum çocuk yaşlarıma...

Hayat, öyle oyunlar oynuyor ve akabinde oynatıyor ki insana; umutlu bir bakış açınız varsa bu gelecekte sizin için harika bir yol, zıttı karanlık bir bakış açınız varsa ise diplerde bir mağaradan farksız oluyor, tecrübeyle sabittir dememe burada gerek yok sanırım. :) Neyse, biz müziğe gelelim devamında hatta filme, filmi izleyenler yukarıda neden bu kadar laga luga yaptığımı daha iyi anlayacaklardır ki, izlemeyenlerin de listesinde yer etsin filmimiz.


Prendimi l'anima İngilizce meali The Soul Keeper aslında 2002 yapımı, ben de sanırım geçen yıl izlemiştim. Sigmund Freud  ve Carl Gustav Jung tarafından tedavi edilmeye çalışılmış -edilmiş- sonrasında da psikanaliz alanında çalışmış Sabina Spielrein adlı kadının hayatını anlatan filmin çekilme hikayesi de hayli ilginç. Yakın zamanlarda Cenova yakınlarında bir evde bir dolu mektup bulunur, Freud ve Jung dışında Spielrein'e ait mektuplar vardır. (Tabii devir mektup devri, bilimadamları da öğretilerini ve fikirlerini mektuplarla birbiriyle paylaşıyor.) 


Bu yetenekli kadının hayatı hakkında film ne kadar bize taraflı - tarafsız bilgi verir bilinmez ama. Tarih, cinsiyetler arası eşitsizlik, psikanaliz çalışmaları, savaşlar, sonuçlar ve nedenler, umut - umutsuzluk ikilemleri, Stalin, Lenin, Mayakovski, çocuklar, faşizm, Hitler, sanat, aşk ve müzik filmden ilk aklıma gelen kelimeler. Varın unuttuklarımı siz düşünün... İzlemeyenler için özen gösterdiğimden filmden bu kadar anekdot yeter diye düşünüyorum, muhteşem bir film değil elbet ama bu kadar araştırma sonucu çıkan detaylar izlenmeye değer.

Şunu da söylemeden edemeyeceğim, David Cronenberg'in A dangerous method filminde de aynı isimler kahramanlarımızdır: Jung, Freud ve Spielrein. Zamansızlıktan izleyemediğim filmler listemin en başlarında yer alan Cronenberg'in bu filmini izledikten sonra, buradan bir karşılaştırma yapacağıma eminim.

Bir belgesel film daha var ki, Prendimi l'anima' yı izledikten sonra aramış ama bulamamıştım: Ich hiess Sabina Spielrein  Bu yazıyı okuyanlara sesleniyorum, bir yerlerde bulursanız bana haber edin yeter. Dilerseniz, Sabina Spielrein'in hayatı hakkında buradan detayları öğrenebilirsiniz.


Filmin müziklerine gelecek olursam;  ilk akla gelen pek tabii Tumbalalaika olur. Aslında ilk önce isminden giriş yapmak lazım. Balalaika, şurada görebileceğiniz gibi 3 telli geleneksel bir Rus çalgısı. Tum+balalaika da "çal balalaikayı", "ses ver balalaikandan" gibi bir hale geliyor. Şarkının kökenine baktığımızda, eski bir Rus Yahudi şarkısı, biraz Jewish - Klezmer müziğine de aşinaysanız zaten bu sizi şaşırtmıyor. Naif bir şarkı, sözleri de pek tatlı, işte filmdeki iki sahneyle Tumbalalaika ve filmdeki Spielrein'ın Jung'a gönderdiği mektuplardan buraya düşenler altta sizleri bekliyor.

Hamiş, muhteşem film Das leben der anderen'de dediği gibi: "Umut, en son terk eder."miş...



Koruyucu melek...
Ruh Bekçisi

Annemle babam, Rusya'ya dönüp
beni burada bıraktılar.
korku içinde.
Yalnız kalmak istemiyorum.
Yemeyi kesmeliyim.
Böylece, geri döndüklerinde,
tek bulacakları şey, elbiselerim olur.
bir de ayakkabılarım.
Yüzlerini görmek için burada
olamayacağım için üzgünüm!
Anneme, Tumbalalaika'nın notalarını
bırakıyorum, en sevdiğim şarkı.
Babama hiçbir şey bırakmıyorum.




Sevgili dostum,
Rusya'dan ayrıldığımda, bir Çar vardı. Bir Devrim bulmak için geri döndüm. Lenin, bu kara cahil ülkeyi, çağdaş bir demokrasiye dönüştürmek için, işini yarıda kesmek zorunda kalacak! Ama herkes kollarını sıvamaya hazır görünüyor. Ben de üzerime düşeni yapmaya çalışacağım. Sanırım ilk kez bir psikanalist, bir anaokulunun başına getiriliyor. İspatlamaya çalıştığım şey şu ki, eğer bir çocuğa en başından özgürlüğü öğretirsen , gerçekten de özgür olmak için büyür. Fazlasını istemek bu, biliyorum, kolay da olmayacak. Ama tutkuyla istiyorum bunu.

Birkaç gece önce, rüyamda uçsuz bucaksız bir ovada dörtnala koşan bir at olduğumu gördüm. İşte benim hayatım da bu galiba. Uçsuz bucaksız bir ova. Geç oluyor, gözlerimi açık tutamıyorum. En iyi dileklerimle.

Ruhunun bekçisi.

Güneşimden Kaç

Anne Köpek Sera'yı hatırlarsınız belki, mahallemize acılar içinde düşmüş; hamile, ürkek ve hasta bir köpekti. Sağlığı el verdiğince, mutlu günler yaşadı. En son mahallemizin son kalan eski konaklarından birinde yaşayan komşumuz bakıyordu. Hayat işte...

Sera'nın çocuklarından bazıları öldü, bazıları sahiplendirildi ve bu iki çılgın da, arka komşum oldu. Yemekleri, suları sağlanıyor, oyunlarına meze olunuyor. Geçenlerde bir gece beni taksiden inerken yakaladılar, "Sen, bu saatte nereden böyle, bakalım." edasıyla yokuştan koşturmaları vardı ki, görmeniz lazım. Sokaklar sessiz ve insansız olunca, haliyle daha bir neşeliler, beni de neşelerine çamurlu patileriyle ortak ettiler. Tamam, Jack Wolfskin logosunu pek severim de, tüm palto hatta yanağımda da olunca nasıl oynadığımızı anlamadım. :) Nasıl oldu, ne ara o kadar zıpladılar farkında değilim, neşeli düdükler...

Balkona çıktım da; şimdi kendileri horul horul uykudalar, D vitaminleri alıyor aman rahatsız etmeyelim...

Nyfes

Yatmadan önce hüzünlü bir şeyler dinlemek hiç adetim değildir aslında. Ama bu aralar, yalnız kalabildiğim sayılı zamanlarda, pek bir yokluyor hüzün. Sessiz gemi yolcularım, şu dünyada yanında güvenli ve değerli hissettigim iki güzel adam; dayıcım babacım Aydın Erel ve sevgilim - dostum Ali, yıldız gibi parlıyorlar göğümde. Nyfes (Brides) filminin ruhu sızlatan müziğiyle...


Gregory Alan Isakov

Mütevazı insanların yavaş yavaş dinozorların dünyasına göçtüğü, tevazunun kelime anlamından bihaber insanların gittikçe çoğaldığı günümüzde; samimi ve mütevazı müzikleri sevip pamuklara sarmalı diye düşünüyorum. Bundan dolayı da Gregory Alan Isakov ile tanışın istedim. Kendisi Güney Afrika, Johannesburg doğumlu, Philadelphia'da büyümüş. Son birkaç aydır onun müziğini dinliyorum diyebilirim.


Isakov'un 2003 yılından beri yaptığı albümlerinde, şu aralar kazı çalışmaları yapan bir arkeolog olarak; October, empty, sea, stones kelimelerini sevdiğimden midir nedir, tüm albümlerine pek ısındım, hatta uyku öncesi ninni yaptım diyebilirim. :) Tam da uykudan önce bu satırları yazarken, uzun süredir yazmak istediğim bu müzisyeni daha da vakit kaybetmeden kayıtlara almak istedim. Bakalım; derinliği, naifliği, duruluğu, samimiliği, sesli sessizliği ve besteleriyle size de kendisini sevdirecek mi?

This Empty Northern Hemisphere (2009)
That Sea, The Gambler (2007)
Songs for October (2005)
Rust Colored Stones (2003)

Gregory Alan Isakov websitesiyle de beni sevindirdi, tasarımı, içeriği pek yerinde, hem de şarkılarında olan ruhu da sitesine yansımış, bir bakın derim. Bakarken de liriklerine de ilgi gösterin, harika sözleri var kendisinin.

Bu Boş Kuzey Yarımküre'de gecenin ikisinde, sınıfların sınıf sınıf ötekileştirildiği ayrıştırıldığı bu boş yarımkürede; kendim gibi ikinci sınıf - öteki - insanlarla bu şarkıları paylaşmaktan onur duyarım. Nokta.


Inge Löök'un Kadınları

Inge Löök'ün illüstrasyonlarını, bundan bir süre önce şans eseri arkadaşımın fotoğraflarınında görmüştüm. Bir yerlere kaydetmediğime mi yanayım, onun bu  illüstrasyon sanatçısının ismini hatırlamadığına mı? Sonuç olarak uzun süredir kendisini arıyordum, Google'a çok danıştım, lakin sonuç elde var sıfır! Ne elimde bir illüstrasyon ne de sanatçısının ismi vardı.

Dostlarım bilir, bir şeyi bulmaya kafamı taktıysam sebat eder, sabırla izini sürerim, serde arkeolog olmanın izleri neyse ki hala var. :) Sabreden derviş hesabı, dün yine oturdum Google search başına text aramada neler yazdım anlatamam ve sabrın selameti: Rusya domainli bir sitede bir illüstrasyonuna rastladım. Sonrasında image search ve gelsin illüstrasyonlar...


Inge Löök, 61 yaşında Finlandiyalı bir sanatçı, bir diğer uğraşısı da bahçecilik, bu iki keyifli işi beraber yapıyor. İllüstrasyonları, Old Ladies ve Natural Life olarak iki farklı başlıkta incelenebilir. Benim burada sözünü etmek istediğim illüstrasyonları: Old Ladies serisi. Şimdilik (anladığım kadarıyla) 32 farklı Old Ladies çalışması var.

Ben anaerkil bir aileden gelen; nine, anneanne, anneanne kardeşi büyük teyze, anne arasında büyümüş biri olduğumdan Löök'un kadınları bana çok tanıdık geldi. Üstüne üstlük harikulade kadın dostlarım, onlarla geçirdiğim muhteşem keyifli zamanlarımdan olsa gerek, illüstrasyonlar bana pek manidardı. Ayrıntılar, renkler, neşe illüstrasyonların ortak paydasıydı.




Löök, acaba yaş almış kadınlarla fazla geçmişi olduğundan mı bu illüstrasyonları yaptı diye meraklandım. Şöyle bir hayatına baktığımda; annesi, üç kızkardeşi ve erkek kardeşiyle, 7 katlı büyük bir apartmanda neredeyse yüz çocukla beraber büyümüş. Apartmanlarında Fifi ve Alli adlarında kardeş iki yaşlı kadın yaşarmış ve pek çocukları sevmezlermiş. Löök, kibarlığı ve sevimliliğiyle onlarla iletişim kuran tek çocukmuş. :)





Bunlar, Löök'ün çocukluğundan kalma anılardan mı çıktı bilinmez ama benim hayallerimdeki yaşlılığımın resmidir! Hayatımdaki harika dostlarımla yaşadığımız keyifli anılar ve gelecekte yaşayacaklarımız için...

Meydan Bize Kaldı!

Şu kar hengamesi bitti, kedi ve köpekler meydana çıktı! Sokaklarda yoklama alıyorum, şimdilik iyi gidiyor. :)

Bu sabah, yokuştan itibaren beni takip eden ikili, neşeleriyle ana caddeye kadar bana eşlik etti. Karınları, mahallemizin köpeksever kasabından aldıkları ganimetlerle doymuş, keyifleri pek şahaneydi.

"Sarışın" olanı:  "Hey dostum, oyun saatim geldi, oyun oynayalım!" derken, patilerini üst üste atmış "Ağır Abi" serinkanlı duruşundan ödün vermiyordu. Bir ara, Sarışın'ı kıskanan Ağır Abi de oyuna katıldı, ortam şenlendikçe şenlendi. Caddenin köşesinde onları bırakıp yoluma devam etmek biraz beni hüzünlendirse de,
bu iki güzel sayesinde güne harika başladım diyebilirim. İyi ki varlar, benim ve benim gibi sevenlerin yollarına hep çıksınlar...

Farkındayım, pek sevimliyim!
Kibarım, öyle böyle değil...
Objektife bakmayalım, doğal olsun!
Şöyle ben bir uzaklara bakayım...
Ay biz yine oynamaya kalkmıştık, nereye gidiyorsun?