Bir kedi, Bir heykel ve 90'lar


Yüksek Lisans sevdamın ALES ayağında şifre sorunu yaşayınca, dün sabah işe gelmeden önce Mimar Sinan Üniversitesi'ne uğradım, hani Fındıklı'da olan canım binaya. Bina erken saatleri olduğundan bomboştu, bana merdivenlerde arkadaşlık eden bu patili dışında pek canlıya rastlamadım. Bu patili de heykeller arasında öyle gizemli öyle kendinden emin dolanıyordu ki, fotoğraflamadan geçemedim.



Bu fotoğraf, bu bina beni 90'lara götürdü desem, kısacası anı kolleksiyonumdan dün 90'lar çıktı işte. İlk aşklar, tiyatro yılları, uzun kadife pardesüm, anneannemden annemden aşırdığım kıyafetlerden tasarladığım Grunge zamanları, Seattle gruplarından şarkılar, sözler, Alkazar sineması, Fındıklı'da içilen biralar vs. derken dün tüm gün 90'lar dinledim. Güzeldi o zamanlar, çok da iyi gruplar dinlemiş, ruhumuzu doyurmuştuk.

İşte benim playlistimden düşen Runaway Train ile hepimize güneşli cumalar...





Walk off the Earth

Son günlerde çok çok  yetenekli Walk off the Earth grubuna takmış durumdayım. İsmi gibi kendi de güzel bu grup harika coverlar yapıyor. Bunlardan biri de Gotye şarkısı Somebody That I Used to Know. Öyle güzel söylüyorlar ki, hani adeta yanı başınızdalar.
Tek gitar, başında 5 kişi!
Dinleyin ve güzel bir haftaya başlayın ;)



Fotoğrafların Düşünce Balonları

Bu sabah bilgisayar başına oturdum, burada iki üç kelam edeyim dedim. Önce yazacağım bir filmdi, sonra oldu sergiler. Yazıyı yazarken, son çektiğim fotoğrafların klasörüne daldım, en sevdiklerime bakarken; düşünce balonlarımda fotoğraf altı yazıları oluştu, sonra o düşünce balonlarından müzikler fırladı, kitap yaprakları açıldı, sinema perdesi aralandı, arkeoloji müzesi salonlarının kapıları açıldı. Böyle bir yolculuğa çıkmışken buraya kaydetmeden olmaz dedim, umarım az önce yaşadıklarımı ve düşünce balonlarımı bir nebze de olsa burada sizlerle paylaşabilirim.

Başladığım, sergi ve film yazısına mı ne oldu? Onlar taslak olarak kenarda duruyor, yarım kalmış bir çokları gibi...



Bu fotoğrafı sabah görünce, "The Blues ain't nothing but a good man feeling bad..." cümlesini hemen aklıma getirdi. Yer: İstiklal Caddesi, bir öğlen molası. Ustalar yerlerinde, bir müzik tutturmuş gidiyor. O an ne çaldıklarını anımsamıyorum ama üstad Muddy Waters'a daldım ben, buyrun aşağıda siz de dalın. Waters'ın şu cümlesini de yazmazsam olmaz: "İnsanı iki şey Blues'a iter: ya açsındır ya aşıksındır."


Bu alttaki ise geçen hafta Boğaziçi Üniversitesi'nden çekildi, bu fotoğrafı çekerken yıllar yıllar önce Boğaziçi'ne sık geldiğim dönemlerde Mithat Alam Film Merkezi'nde izlediğim Michelangelo Antonioni'nin Wim Wenders ile ortaklaşa çektikleri  Beyond the Clouds filmini anımsattı. Film bir başyapıt değildir ama özellikle aşağıdaki paylaştığım görüntüler zihnimden silinmiyor. O güzel günlerime hasretle...




Sıra geldi Burgazada'ya. Gezinti Caddesi'nden doğru gittikten sonra bir evin duvarında (yeni bir ev) bu kabartmayı görüp epey şaşırdım. Bu kabartma Hitit Dönemi'nde özellikle kullanılan bir savaş arabası betimidir. Özellikle Ankara, Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde Kargamış dolaylarından getirilen Geç Hitit Dönemi'ne ait stellerde aynı sahneye ratlanır. İlginç olan bunun o betona neden yapıldığıydı, bir sonraki gidişimde evin dolaylarında birini görürsem kesin soracağım. Belki de bir arkeoloğun evi çıkabilir ;)



Geçen haftalarda bir yerden bir yere koştururken Beyoğlu'nun arka sokaklarında rasladım bu görüntüye. İçim ezildi yine, geçmişi hayal ettim, 6-7 Eylül Olayları'nda (1955) yaşanılanları okuduğum kitaplara döndüm. Bu evlerdeki hayatlara girmeye çalıştım. Onlar gittikten sonra, göçlerle gelenlerin bu evde yaşadıklarını düşündüm, düşündüm. Sonra bu mandallar gözüme çarptı, geniş açım yoktu yanımda biraz dikkat ederseniz siz de göreceksiniz. Hatta yeni asılmış çamaşırların kokusu bile gelebilir burnunuza...


Kafamı evin içerisine daldırdığımda bir kedi vardı, yüklü bir kedi. Öyle eski günlere özlemle bakar gibi, dalmıştı. Seslendim, kalıntılar arasından böyle döndü baktı bana.


Bugünün son fotoğrafı da ofisten, yandaki St. Antuan kilisesi. Geçen günlerde yağmurun bastırdığı ebemkuşağının bir an göründüğü bir öğle sonrasından...

...bir uçurtma yaptım, telli duvaklı;
kuyruğu ebemkuşağı renginde;
bir salıverdim gökyüzüne;
gökyüzünü gördüm. (O.Veli)


Karahindiba

Karahindibalara bakarken yine doğa - hayat döngüsü üzerine iç sesim durulmadı. Bir üflesem uçacaklardı, bir üflesem kabak gibi ortada kalacaklardı, tıpkı biz insanların yaşadığı gibi. Ben fotoğraflamayı tercih ettim, fena da olmadı hani, karahindibalar yollara kılavuzluk ederken ne de güzel poz verdi bana...

Yine doğanın fışkırması -insanlar izin verdiğince- baharın karşılanması geçen gün gördüğüm budanmış dallardan fışkıran küçük yeşil tomurcuklar, insan hayatına dair analoji yapmaya sevk etti beni. Siz hiç "Aman bu sonbahar da şu yaprakları dökmeyeyim" diyen ya da "Bu bahar da havalardan mıdır nedir hiç tomurcuklanmak - yeşillenmek istemiyorum" diyen bir ağaç gördünüz mü? İşte bizim hayatlarımız da o hesap, dünya dönerken ve mevsimler birbiriyle trencilik oynarken durmak - hareketsiz kalmak gibi bir lüksümüz yok sanırım.

Karahindiba, bu yaz çıkan Sinan Sülün'ün de öykü kitabının ismi. İlk çıktığı anda hele de bir doğumgünü hediyesi olarak yeni bir yazarla tanışmak kadar yaşıtım olan bir yazarı okumak, onu ilk kitabıyla keşfetmek gibisi de yokmuş. Bunu gelecekte diğer eserlerini okuyunca daha iyi anlayacağıma eminim. Kitapta üç öykü var: Aralık, Mavi Pelikan ve Karahindiba. İşte buradan da okumayanlara tavsiye eder, kitap dolu çayır çimen kokulu günler dilerim.

Balıkçının kovasından firar eden cesur balıklar olsun hep hayatınızda...