Herkes sırasını bekliyor

Grey December

Bugün, bu şarkı dinlenir!


Pazar Sevişgenleri

Yemyeşil Aşk Tüneli

Oleg Gordienko'ya ait bu fotoğrafa bir süre önce rastlamıştım. Öğrendim ki, Ukrayna - Kleven'deki bu ağaçtan yapılma tren tüneli hakikatmiş.Ukraynalılar, bu tünele Aşk Tüneli diyormuş. Tünelin diğer fotoğraflarını kolayca bulabilirsiniz. Çok yaşa Google!


Haydi!

"Gitmek istediğin sergiler, yürümek istediğin yollar, dinlemek istediğin konserler var. Haydi kıçını kaldır!"
Geçen gün aynen böyle bir cümle kurdum kendime, sonra ne yaptım? Koydum kıçımı ve film üstüne film izledim. Bayram tatili neticesinde kaç film izledim bilmiyorum, yine sahneler karıştı birbirine. Neyse ki, son yıllarda hayatıma filmadami girdi de, izlediklerimi - izleyeceklerimi listeyebiliyorum. Konudan sapmayalım, havalardan mı, sigarayı bırakmaktan mı nedir, üzerimde fena bir uyuşukluk var. Uyuşukluk olarak adlandırdığım nitelik bazılarının hayatında sosyallik olarak da görülebilir, pek tabii kendi adıma konuşuyorum - yazıyorum. Kasım ayının kalan günleri için kendime burada yapılacaklar listesi not düşüyorum. Eksikler olmasın da, eklenilecekler kabülümdür der, harekete geçmeden önce uykuya dalarım.



Yapılacaklar Listesi

  • Rumelihisarı'nda Perili Köşk -Yusuf Ziya Paşa Köşkü- artık müze, gidilecek.
  • 18 Kasım'da Hindi Zahra canlı canlı dinlenilecek.
  • SSM ve Pera Müzesi'ndeki yeni sergilere gidilecek. 
  • Arkeoloji Müzesi'ne aylar oldu uğramadım, gidip selam çakılacak.
  • Özcan Alper ve Onur Ünlü'nün yeni filmleri vizyon tarihlerinde sinemada izlenilecek.

Sodade

Akbank Caz Festivali kapsamında, 19 Ekim gecesi Portekizli müzisyen Carmen Souza'yı dinledim. Afro-Latin cazın yeni isimlerinden Souza, o gece Cesaria Evora'nın pek sevdiğim Sodade şarkısına yaptığı düzenleme ve kendine has yorumuyla, sanırım benim dimağımda şarkının tozunu aldı. Konserden beri, neredeyse her gün şarkıyı en azından bir kez dinliyorum, iyi mi yapıyorum bilmiyorum. Öyle ki, bugün dolmuşta şarkıyı dinlerken dalmışım dışarıya, epey akıtmışım gözyaşlarımı. Kıssadan hisse, tadımlık dinleyin siz.

                                                   Cesaria Evora & Elefteria Arvanitaki düeti

                                                                               

Yedigöller

Hafta sonu Yedigöller'de kamp yaptık, uzun uzadıya ne yazayım bilmiyorum ama şunu biliyorum ki, ben bakir yerleri kesinlikle daha çok seviyorum. İnsanın bol ve bir nebze de olsa medeniyetinin olduğu kamp alanları şehirden kaçtığının hissini vermiyor bana, sanki arada derede bir yerdesin, Yıldız Parkı'ndan hallice.
Hele tam da sonbahar fotoğrafı çekme zamanı olunca, eline tripodunu ve fotoğraf makinesini alan gelmişti göllere. Her ağacın arkasından bir Nikonlu ya da bir Canonlu çıkıyordu, İstanbul'un fotoğraf gruplarının çoğu Yedigöller'deydi desem, abartmamış olurum.

Nazlıgöl, Sazlıgöl, İncegöl, Büyükgöl, Küçükgöl, Deringöl ve Seringöl'den oluşan 7 güzel göl etrafından buraya bunlar düştü. Darısı yeni kamplara, yaylalara...


Uykudan Önce

Son Olips şekeri de bitirdim, üstüne su da içtim, tamamım artık. Yarın sabah sigarayla ayrılışımızın 1. haftasını kendi içimde şenliklerle kutlayacağım. Çok azimliyim, bu sefer oldu bu iş!
Haydi ben kaçar, sizi Frank kardeş ile başbaşa bırakıyorum.

Samatya ve Fatih'in Kedileri

Pazar günü, eski İstanbul semtlerinde seyir halindeydik. Öncelik Fatih tarafı, sonrasında da Samatya. Bu bölgeleri gezerken geçmişi düşlememek elde değil. Kim bilir 60-70 yıl öncesi nasıldı, sokakta nasıl bir hayat vardı, evlerde neler konuşulurdu?
Samatya, Kuzguncuk ve Ortaköy gibi sinagog, camii ve kilisenin beraber olduğu ender semtlerden. Özellikle 6-7 Eylül katliamlarından sonra gayrimüslim halk İstanbul'un diğer taraflarında olduğu gibi buradan da göç etmiş. Utanç verici zamanların izi, sanki oralarda hala var.

Yine objektifimde kediler var, işte bunlar da dün tanıştıklarım.

Değmeyin keyfime!
Ama, böyle de yakalanmaz ki...
Hah şöyle, efendi gibi poz vereyim...

Çok şaşkınım bu işe!
Biraz rahatıma düşkünümdür.

İstanbul'un Kedileri

Bugün, arkadaşımla çadır ve uyku tulumu almak için çıktık yollara... Güzergahımız, Beşiktaş - Karaköy arası olunca, hava da güzel olunca, yollarda kedilerle de koklaşınca daha da güzel oldu yolculuk. Çadır ve uyku tulumu alındı, dağlara kamplara daha da hazırım artık. Bu yeni uyku tulumuyla -22 dereceye kadar üşümeyeceğim söyleniyor, haydi hayırlısı! Eskileri de şimdiden yatağın altına tıkıştırdım bile.

Yeni bir kitaba da başladım bugün, az sonra kaldığım yerden okumaya devam edeceğim. Böyle giderse, ona da bir bölüm ayrılır bu beyaz sayfalarda. Şimdi Fındıklı'da tanıştığım güzellerle sizi baş başa bırakıyorum.
Hepsi sağlıcakla mırlasınlar.

Asalet, benim öteki adım. :P
Bakakalırım giden...



O kadar portakal suyunu içmeyecektim!
Tezgahın içindeki konforu hiçbir şeye değişmem...

Üzüm

Bağcılıkla yakınen ilgili bir aileden gelen bendenizin objektifinden, Bozcaada bağlarından aşırdığım bir salkım. Nasıl güzel bir meyvesin sen!

Slow Day

Bugünlerde bu şarkının içinde kayboluyorum. Factotum'u izlediğimde sene 2005 filandı sanırım. Bukowski'nin aynı adlı romanından uyarlanan filmde müzikler Kristin Asbjornsen'e (Dadafon) aittir. Soundtrack sayesinde tanıyıp, sevdiğim müzisyenlerden biri kendisi.
Slow Day tam filmin kapanışında böyle güzel güzel akar, sözler Bukowski'nin...

Yeni Dostum


Hazin hikayesi ve bu fotoğraf, iki gündür rüyalarıma girdi. Sonunda dün akşam onunla kavuştuk ve dostluğumuz başladı. Henüz bir ismimiz yok, "benek, düdük, biber, dayı" olarak çağırıyorum, bakalım sonrası ne olacak.

Yavrucak bugün EBI'de. Ofiste bir bayram havası; kah uyuyor, kah oynuyor, kah mouse tutuyor. Herkesi çok sevdi, herkes de onu. Hatta Mısır Apartmanı'nın diğer ofislerine komşuculuk oynamaya dahi gitti. Şansımız döndü, artık sokaklarda yalnız değil, benimle beraber yürüyecek...

Çok masum bakabiliyorum!
Ama süper de oyuncuyum!
Öğleden sonra şekerlemesine bayılırım!
Oyuncağım ve ben ayrılamayız.

Antrakt

Bazen insanın yazası, paylaşası gelmez ya, işte benimki de o hesap. Bu aralar pek paylaşasım yok kısacası, çok cimriyim, güzel şeyleri hep kendime saklıyorum. Neredeyse 1 ay olmuş, blogda tıp oynamışım da kazanmışım. Ağustos, okuma ayı oldu, deniz ayı, huzur ayı. Aklım denizlerde, adalarda, sahillerde kalsa da, sonbahar coşkusu da içimde pırpır. Filmekimi başlayacak, yeni sergiler, konserler, yeni yollar, yeni yürüyüşler, kamplar...


Son günlerde izlediklerim arasında en keyiflendiğim film: En ganske snill mann
(Stellan Skarsgard'i da pek severim ki, filmin baş kahramanı.)

Okuduklarım arasında ise; ilk öykü kitabıyla Sinan Sülün'ün Karahindiba ve Milan Kundera'nın daha önce okuyamadığım romanı Bilmemek.

En nefaset manzara, Palamutbükü'nde denizin altı...

Görüşürüz...

In a Better World

Sonunda izledim. Kuzey Avrupa sinemasını seviyorum. Şiddet üzerine -hele de son festivalde- bir çok film izledim. Şiddetin dünya üzerindeki varoluş nedenleri ister Afrika'da ol, ister Danimarka'da ol aynı.
Hiç sevmem izlemediğim film hakkında bir şeyler öğrenmeyi, ipucu vermeden hemen kesiyorum. Sadece filmden iki diyalog (hoş biri monolog olacak) paylaşarak sonlandırıyorum film hadisesini.

Cristian'ın babası: Onu vurduysan o da sana vuracak, bunun sonu gelmez anlamıyor musun? Savaşlar böyle başlar.
Cristian: Yeterince sert vurursan başlamaz. Bu konuda hiçbir şey bilmiyorsun. Her okulda böyle bana kimse kafa tutamaz artık.

Elias'ın babası: Bazen ölümle aranda bir perde varmış gibi hissedersin, ama sevdiğin ya da yakının olan birini kaybettiğinde o perde kaybolur ve bir an için ölümü net bir şekilde, apaçık görebilirsin. Sonra perde geri gelir ve yaşamaya devam edersin. Ardından herşey tekrar yoluna girer...

Burgazada Sakinleri IV

Burgazada sakinleri serisinin neredeyse sonuna geldik. Diğer ada sakinlerinde görüşmek üzere...

Karga ve martı dostluğu

Aradaki cingöz kediyi şimdi gördüm!


"Bu yer mi kaygan, benim ayaklar mı kayıyor?"

"Garo eşliğinde çok içmişiz be!"


Duvar dibi - gölge serinliği

Boy bende, pos bende!
Gagadaki peynir artıklarına dikkat! Tam yağlı beyaz peynir seviyor haspa.

Beirut Sabahı

Bugün Beirut'un müziğiyle geldim işe, pek özlemişim nedense. Sanırım uzun süredir üst üste albümlerini dinlememiştim. Beirut ile 2007 yılının ilk aylarında tanışmışım, kayıtlarda var. :) Üstüne de grup hakkında şöyle bir laf etmişim: "Coşku ve hüznü aynı bedende yaşatanlara birebir şarkılar yapan, hayatınıza armoni zenginliğiyle hooop diye oturan band."


İlk albümleri Gulag Orkestar'i kaç dinledim o yıllarda bilmiyorum. Gulag sonrası yayınladıkları The Flying Club Cup ve en son March of the Zapotec and Realpeople Holland ile Beirut yerine kanımca iyice sağlamlaştırdı. Bugün sizlere ilk albümlerinden pek sevdiğim bir şarkıyı paylaşacağım: Mount Wroclai (Idle Days)

Yine içinde coğrafyalar geçen bir Beirut şarkısı. Girizgahtaki akordeon, adeta "hikaye başlıyor" diyor. Beyrut yakınlarındaki Wroclai adındaki "tepe"ye güzelleme yapan şarkının sözleri:

and i know when time
will pass by slow
without my heart
what can i do
you're in the halls
the bell gives way to a larger swell
without my heart
what can i do, oh
wroclai

and we grow fat
on the charms of our idle dreary days
seen the shadows grow
see an ominous display
with no alarm
could we say we'd have expected this way
under stars have died
give incent to play
wroclai

Şarkının, gününe göre depresif son sözleri:

Tembel, sıkıntılı günlerimizin cazibesine kapılıp semirdik ve gölgelerin uzayışını gördük.
Hiç uyarısız geldi tekinsiz olaylar, iddia edebilir miyiz böyle olacağını,
tahmin edebileceğimizi yıldızlar ölürken...

Biz Kazandere Kanyonu'nda Kazan Kaldıranlar

Bir pazar sabahı yine İstanbullular uykularındayken, sabahın ilk ışıklarında biz Pozitif Doğa Sporları Grubu mensubu 21 kişi yine çıktık yollara. Bu sefer istikamet İzmit - Yuvacık yakınındaki Serindere gibi Yuvacık Barajı'na su sağlayan derelerden bir diğeri; Kazandere'ydi.


Sabah duraklarımızdan araca bindikten sonra kahvaltı ve öğlen kumanyalarımızı almak için Yuvacık beldesinde ilk molamızı verdik. Burada bizi İzmit Doğa Gezginleri'nden Tansu karşıladı, yürüyüşü onunla beraber yapacaktık. Çaylar içildi, ilk sohbetler yapıldı, öğlen nevaleleri ve sular alındı. Araca tekrar binip, Kazandere Kanyonu'na ulaşmamız 15-20 dakikayı aldı. Son hazırlıklar, kask kontrolleri, çantaları yerleştirme faslı derken, artık tüm ekip soğuk sular için hazırdık.

Efenim, ilk etap sulara neredeyse boyumuz hizasında gömülmek suretinde geçti. Belki de ismine münhasır Kazandere Kanyonu'nun ilk kazanının içinde bulduk kendimizi. İlk kazandan çıkış, kendi adıma biraz 3,5 atarak -  yusuf yusuf şeklinde oldu. Kaymam ve dirseğimi çarpmamla moralim yerlere indi, ki bu tip şartlarda böyle bir sporu yaparken herşeye rağmen insanın morali çok önemlidir. Kaya - çarpa çıktıktan sonra, moralim yükseldi, yusuf yusuflar uçtu gitti. Pek bir keyifliymiş Kazandere Kanyonu, suyu bol, yüzmesi çok. Serindere, Doğançay ya da Sansarak gibi kanyon kıyısından suya girmeden ilerleme şansın da yok. Girecen o suya, yeri geldi mi de soğuktan titreyeceksin. Kıssadan hisse, Kazandere Kanyonu, koridorları, kazanları, dar geçişleriyle adrenalini yüksek bir kanyondu.

Küçük şelaleri aşarak, koridorlardan yüzerek, bol bol ıslanarak, düşerek kalkarak geçtik kanyonu. Birbirimize el verdik, diz verdik, daha da iyi kaynaştık kanyonda. Üst üste birkaç kez beraber yürüdüğün ekip arkadaşların da olunca kanyonda, değmesin kimse keyfimize. Dere içi yürüyüşü sonlandırdığımız yer, eski bir değirmendi. Buğday - mısır öğütmek için kullanılan bir bu değirmenin işleyişini, rehberimiz Muhi ve ekipten  Can sayesinde iyice belledik. Kendi adıma verdikleri bilgiler için teşekkürü borç bilirim.

Değirmenin ardından patika bir çıkışla dereden ayrıldık. Tırmanışın ardından bizi karşılayan erik ağacından kopardığımız ganimetlerle kısa bir mola verdik. Artık Kazandere'yi arkamızda bırakmış, geniş açıyla doğaya bakıyorduk. Yediğimiz erikleri, fındıkları, elmaları, böğürtlenleri anlatıp imrendirmek istemem ama pek lezzetliydiler pek. O kinin gibi, çok ekşi erikler hariç tabii...

Enerjisi yüksek, kahkahası bol Kazandere ekibiyle bir kanyon faaliyeti daha böyle geçti. Yaz bitmeden bir daha kanyona girer miyim bilmiyorum ama bu son haftalar kendi adıma pek bir keyifli geçti. Çürükler ve çizikler kanyon hatırası olarak yerlerini alırken, kanyon dostlukları da pek bir hatırlı olarak bende saklı kaldı.

Kazandere'de kazan kaldırdığımız 20 arkadaşıma sevgilerimle...

Sait Faik Abasıyanık Müzesi

Sait Faik Abasıyanık, Türk öyküsünün ve Burgazada'nın en önemli sembolü. İlk Semaver kitabıyla onu, dayım Aydın Erel'in kitaplığında tanıdım. Ne severdi o da Adalı'yı...

Burgazada'ya gittiğimde, artık bu sefer tadilat çalışmaları bitmiştir diye evine uğradım ama, kapıda müzenin ancak Mayıs 2012 tarihinde açılacağının yazısı vardı. Bilen bilir, Sait Faik Türk edebiyatının kedi seven yazarlarından, ve hala kediler evinin bahçesini mesken edinmiş. Umarım önümüzdeki yıl açılır da, biz de evine misafir oluruz.


"Önümüzde hayat... Her gün bir başka uykuya yatıp bir başka rüya göreceğiz. Halbuki her zaman, ağır ağır bizimle beraber akan nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde artık biz akmıyor, dalgalanmıyorduk. Yahut bana öyle geliyordu." (Sarnıç)

Sait Faik Abasıyanık'ın Evi - Burgazada
Pek sevdiği kediler, evin her yerinde
Evin küçümen bekçisi
Müzeyi ziyaret için daha çok var.

Sansarak Kanyonu'nda 30 Kişiydiler

Dün Podosg (Pozitif Doğa Sporları Grubu) olarak İznik'in Sansarak Köyü'ne bağlı Sansarak Kanyonu'ndaydık. Yıllardır bilumum trekking faaliyetine katılmış biri olarak söyleyebilirim ki, dünkü yürüyüşüm kesinlikle en keyifli ilk iki yürüyüşümden biriydi.

Bilen bilir, kanyonlarda ekip ruhu çok daha iyi ortaya çıkar, iletişim daha kuvvetli, yardımlaşma en üst seviyelerdedir. Ama maalesef bunu her yürüyüşte yaşayamazsınız.  Dün beraber yürüdüğüm ekibin enerjisi yüksek olunca, bu rotanın tadından yenmedi kısacası. Parkur zorlamış, yüzüğünü parmağında unutup anılarıyla Sansarak sularına vermişsin, saatlerce dönüş yolunda kalmışsın, hiç koymaz adama. Yüzünde arkaik heykel sanatında olan, alık - naif bir gülümseme olur adeta. İşte ben tam böyle bir gülümseyle bitirdim rotayı, tıpkı dün gibi, bugün de o gülümseme yüzümden düşmedi.

Sabah 11:00 sularında Gürmüzlü Köyü'nden girdiğimiz patikayla yola başladık. Bir süre sonra dere yavaş yavaş karşımıza çıktı ve belimize kadar girmemizle yola devam ettik. Badi badi taşları yoklaya yoklaya kilometrelerce yol aldık. Karşımıza kanyonda bizim gibi yürüyen insanlar çıktı. Münzevi mesih görünümlü Abi, Havva ve beni epey şaşırtt, sonrasında karşımıza çıkan terlikli güruh ile de iyice koptuk. Taşlardan sekerken biri çubuk kraker ikram ederken, diğeri ciklet ikram etti. Yürüyüşün interaktif komik enstantenelerinden biriydi.



Düşe kalka, atlaya kaya, gömüle yüze 14 kilometre yaptık. Araca döndüğümüzde takriben 9 saat yollardaydık.

Ortalarda ekibin sonlarındaydım, yürüyüşlerde yolun belli kısmında arkada kalmayı seviyorum, sessizlik dinginlik, doğanın sesini duyumsamak için bu şart oluyor. Breton'un Yürüme Övgü kitabında da dediği gibi: "Bir manzaranın güzelliğiyle birleşen sessizlik insanı kendine götüren bir yoldur."

 Tüm rotayı, atladığım zıpladığım taşları anlatacak değilim elbet burada. Toplamda neredeyse 20 saat beraber olduğumuz ekibi anlatsam; Havva'nın gözlerindeki içtenliğini ve yoldaşlığını mı, Gül'ün suya girdiğindeki mutluğunu mu, Sibel'in şen kahkahasını mı, Mustafa'nın çılgın esprileri ve dostluğunu mu, İbrahim'in abiliğini mi, Uyuyamayanlar Kulübü üyeleri İlksen ve Deniz ile kikirdeşmelerimizi ve çorba hayallerimizi mi, Bilgin'in Kommagene anıları yaşarak anlatışını mı, Serap'ın sigara ve kahve sevdasını mı, Murat'ın canı gönülden yardımlarını mı, Prometheus gibi bize ateşi çalan İsmail'i mi, Leyla'nın sevgi dolu bakışlarını mı, Şaban Abi'nin deklanşör sesine duyarlılığını mı, Ayfer ile muhabbetlerimizi mi, Osman'ın Laz telefon konuşma örneklerini mi, Fatih'in dönüş yolundaki kehanetlerini mi, Turgut Abi'nin müziğini mi, rehberimiz Muhi'nin önderliğini mi, hangisini anlatsam bilemiyorum işte.


Kıssadan hisse bildiğim şu ki, serin sulara girmenin, yeşile doymanın, yusufçukları izlemenin, kurbağa larvalarının hareketlerinden doğan telaşı yaşamanın neşesi bir sonraki kanyona kadar sanırım bana yetecek. Haftaya yine kanyon var, o zaman "Bekle beni Kazandere, sana geliyorum!" diyorum.